© 2022 Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .

meditasyon notları ve inkâr üzerine

Aralık 26, 2024
Kerem Yükseloğlu

Paylaş

zorunlu yayın:

“sigara içmek size ve çevrenizdekilere ciddi zararlar verir. sigarayı bırakmak için alo 171 sigara bırakma hattı ya da bırakabilirsin.org adresini ziyaret edin. sigarayı bırak, hayatı bırakma…”

“Kimsenin çalışma masasındaki bir çerçevenin içinde yer almayacaktı fotoğrafım, kimse gördüğü küçük bir aksesuarda hatırlamayacaktı beni, boşaydı tüm çabalarım. Kimse çorba yapmayacaktı hastayken bana, kimse sofra kurmayacak, kimse yapmayacaktı benim onlara yaptığım şeyleri bana, Canımı yakan gerçekleri inkâr etsem de dinmiyordu acım, sen onu yok sayıyorsun diye sahiden yok olmuyordu hiçbir iğne, ısrarla batıyordu saplandığı yerlere…”

yeni dizi, yakında! 

Zorunlu yayın ve yakında gösterime girecek yeni dizinin hayli dokunaklı fragmanının hemen ardından geri sayım başladı, ışıklar söndü ve kaynağı belirsiz bir ses, “Yayındayız!” dedi. Yayındaydık. Sıradaki soru belirdi önümdeki ekranda: 

“Tarkan, ‘Yo’ adlı şarkısının nakaratında kaç kez ‘Yo’ demektedir?

“A)26, B)7, C)15, D)17”

Gergin bir müziğin ardından ışıklar yanıp söndü, birkaç renkli spot yüzümü aydınlattı ve düşünmem için ayrılan süre başladı. Güzel soruydu, şarkıyı kısmen de olsa ezbere biliyordum ancak cevaptan tam emin değildim. Yüzü seçilemeyen, format gereği illegal sorguları andıran bir stüdyonun karanlığında oturan sunucunun takım elbisesinin manşetlerindeki beyaz gömleği ve ellerini görebiliyordum sadece. Tırnakları ojeliydi. Seyirciler de aynı karanlığın sonsuzluğundaydı, ya da değillerdi bilmiyorum, şu dakikaya dek alkış sesleri dışında varlıklarına dair hiçbir delil yoktu. Neyse, konumuz bu değil, bu olmamalı. Konumuz Tarkan ve onun inkâr konusundaki ısrarının düzeyi. 

Bazı şeylerin kıymeti gittiğinde anlaşılırmış, mesela elektrik gibi, gerçi insanlar da öyle. Gidenin ardından bakmanın tarif edilemez bir cazibesi olsa da insanların değeri onlar varken verilmeliydi. Bir şeyin yokluğu mevcut değerini artırmaya yetseydi, ilk baskıda tükenen her kitap servet değerinde olurdu ve bu da sahafları zengin ederdi. Zengin sahaf tanıyan var mı bilmiyorum, ben tanımıyorum. Bu da zor bir soruymuş, umarım böyle sorular gelmez. 

“Şarkıyı hatırlamaya çalışıyorum” dedim ve sahte bir gülüşle gözlerimi kısıp düşünüyormuş taklidi yaptım. Ben böyle düşünmem, bu yalan. Düşünürken özel bir harekete ihtiyaç duyan insanların düzenli bir şekilde düşünmediğini düşünüyorum. Düşünmek de nefes almak yahut yutkunmak ya da göz kırpmak gibi harici bir uyaran peyda oluncaya dek otomatik olarak gerçekleşir bende. Ben hep düşünürüm, farkında olmadan da düşünürüm, ekstra bir çaba ya da harekete ihtiyaç duymadan, hayatımın olağan akışı içinde durmaksızın düşünürüm. Soruyu okuduktan sonra geçen on saniyelik zaman diliminde düşündüğüm şeyi not edecek olsam ya da bu düşünceler bilgisayarlardaki gibi bir not defterine kaydedilse, neyse, buna gerek yok, her zaman ahlaklı şeyler düşünmüyorum. Zaman zaman insanlığımı yitirdiğim de oluyor. Amma velakin eyleme geçmiyor, aklıma gelen tüm kirli düşüncüleri zihnimin bir köşesinde utanç içinde imha ediyorum. 

Daha fazla dayanamadım, şarkıyı sesli bir şekilde mırıldanmaya başladım, yo’ları saymaktan başka çarem yoktu. Aklımda kaldığı kadarıyla söylemeye başladım: “hı hı hı hım karıştırma beni başkalarıyla, görünmem olmadığım gibi, arama ben de riya… Yo, yo, yo, yo, yo, yoo, yo yo…” Mırıldanmalarıma alkışla tempo tutmaya başladılar, dikkatim dağıldı, kendimden utandım. Gurur mu duymalıydım yoksa, seksen milyonun karşısında, koca bir kalabalığın alkışları eşliğinde şarkı söylüyordum. Acaba fazla mı nankörlük ediyorum hayat ve onun bana sunduğu nimetlere karşı. 

Saymayı bıraktım, kaçıncı yo’da kaldığımı da unuttum ama izleyiciler söylemeye devam etti, koca stüdyo aynı anda: “Üzmem ben seni güzelim, gözündeki yaş olmam senin…” diye inliyordu. Söz ağızdan çıkmış, ateş barutla buluşmuştu -bu dakikadan sonra durmak ya da durdurabilmek ne mümkün. Karanlığın içinde konuşlanmış bir koro, aynı karanlığın içinde alkışla ritim tutan bir çift el vardı karşımda… O sonsuz karanlığın içindeki tek aydınlıktım, karanlıktan gelip karanlığa gidecek olmama rağmen ondan korkuyordum hala. Çölde kendini arayan bir keşiş gibi cevap arıyordum sorulan soruya, yıldızlara bakarak ve çocukluğumdan beri hayran olduğum birinin, daha dün severek dinlediğim şarkısını mırıldanarak. 

Böyle bir insan değildim, olmadığım biri gibi davranmaya mecbur olup o kişiye dönüştüğüm için acı çekiyor, bu durumun ağırlığı altında eziliyordum. Buraya gelirken sahip olduğum hayaller neredeydi? Terk etmişti sanki beni, bomboş hissediyordum. Şarkı söyleyen karanlığın bile sesi ve melodileri varken bende koca bir uğultu, sonsuz bir çınlama, boş bir alışveriş merkezinin klima gürültüsü, boş bir kapalı otoparkın rüzgârı ve egzoz kokusu… neden her hayalin ardından, neden her düşün ardından bu acılarla boğuşuyor ve neden sahi olduğumu düşündüğüm şeylerin hiçbiri tam değildi? Her şey yarım, her şey eksik ve belki de en fenası, bunlar hayli fazla. 

“Cevap veriyorum,” dedim, niyetim artık buradan gitmek ve aydınlığa kavuşmaktı. Yanlışsa yanlış, doğruysa da doğru hiç fark etmez. Her koşulda kazanacaktım, birinde aydınlığa çıkacak diğerindeyse yeni soruya geçecektim. 

“Yirmi altı, eminim…” dedim ve gergin müzik girdi aniden, kulaklarım çınladı, karanlık stüdyo daha da karardı ve alkışlar başladı, doğruymuş, ben her ne kadar karıştırsam da zihnim doğrusunu biliyormuş, müthiş… 

“Tebrik ederiz efendim, söylemek istediğiniz bir şey var mı?” dedi sunucu. Çok duygulandım, son zamanlarda kimse bu soruyu sormamıştı bana, kimse ne düşündüğümü ya da ne hissettiğimi merak etmemişti. Hele birkaç kişi… Onlar sorsun diye bekliyordum pusuda, sorsalar da anlatsam, içimi döksem diyordum kendime. Ama sormadılar… Sorsalar anlatmaya hazırdım ancak beni bir sır küpü olarak görmek hoşlarına gidiyordu sanırım, ısrarla sormadılar. Asla dışarı çıkmayacak bir sigara dumanı gibi dönüyordu içimde düşünceler. Onca oflara rağmen inatla direniyordu, yerini sevmişti belli. Tüm mikrobundan arınıp bir sis gibi çökmüştü içime. Ama bu sefer anlatacaktım, onlar sormadan konuşacak, tane tane açıklayacaktım kendimi. 

“Kurmaya korktuğum hayallerin kırıklıklarıyla mücadele etmekten çok yoruldum, olmazların peşinden gitmekten ve çıkmaz sokaklarda mahsur kalmaktan çok yoruldum. Böyle olmaktan, böyle düşünmekten çok yoruldum, doğrusunu bildiğim halde yanlışlara yürümekten ve duramamaktan yoruldum. Güzel olsun diye çaba sarf ettiğim şeyleri çirkin etmekten, girdiğim her yere huzursuzluğumu götürmekten çok yoruldum.

“Hayli isteksiz bir şekilde geldim buraya. Bugünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, ben de öyle. İstek ve hayallerimin bünyemi terk ettiği günü hatırlamıyor olsam da bugün, vaktiyle hayli yer kaplayan bir şeylerin eksikliğini fazlaca hissedebiliyor lakin onların ne olduğunu çözemiyordum. Hayal, umut ve onlara ulaşmak için gösterilen çaba ve biriken istek bu toprakları terk etti, çürüme başladı.” Herkes sustu, dinlemeye başladı. Sıkı bir dinlenmeye ihtiyacım varmış, her iki anlamda da… Dinlenip anlaşılmaya… 

İlk defa yalnız değildim, gerçi emin de değilim. Yalnız değilmişim gibi düşüneyim, nankörlük etmeyeyim. İlk defa yalnız değildim, ilk defa bir başkasının yalnızlığına üzülecek haldeydim, beni onlarca kez yalnızlığın o acımasız soğuğuna terk etmiş birinin yalnızlığına üzülüyor ve Nil Karaibrahimgil’le aynı soruları soruyordum: “Ben aptal mıyım?”

Gülmeye başladı sunucu, tepemdeki spotlar biraz genişledi, onu da içine aldı, sonsuz bir karanlığın içindeydik ikimiz, bir kadın ve bir erkek. “Burada soruları biz sorarız” dedi, aptal olmadığımı biliyordum, yakınıyordum yalnızca, bu bir soru değildi aslında ama koca bir sorundu biliyorum. Daima güvendiğim zekamdan şüphe etmeye başlamıştım, övündüğüm özelliklerimi bulamaz olmuştum, sevemez olmuştum kendimi, bakamaz olmuştum aynaya. Bir tufan gelmişti adeta, yıkıp geçmişti, geriye koca bir enkaz, koca bir yetersizlik yığını bırakmıştı. 

“Olur mu hiç?” dedi sunucu, “Ne güzel ilerliyorsunuz, bakın yine doğru cevap verdiniz, eminim ki yeni soruyu da şak diye cevaplarsınız.” Konu soruları cevaplamak değildi, istatistik bilimiyle açıklanamayacak bir sezgi yığınına dönüşmüştüm. “Yalnızca…” diye lafa girdi sunucu, “Küçük bir sorun var, bugüne dek sahip olduğumuz en düşük izlenmeye sahibiz.” Bu hayli canımı sıkmıştı, bir insana en düşük deneyim olduğu söylenmemeliydi. “Sizden önce bir gitarist çıkmıştı programa, bir bar müzisyeni, hayli seyredildi, sizin öyle özellikleriniz var mı? Ya da mesela şuraya çıkıp Ankara Havası oynayabilir misiniz? Öyle şeyler çok izlenir. Keşke o kıymetli anları bir buzdolabı poşetine koyup sonsuza dek saklasak… Siz çok düşünüyor, çok uzatıyorsunuz. Size onlar gibi olun demiyorum ama onlar gibi olmazsanız da… Aman… Bakmayın böyle konuştuğuma, şaka yapıyorum, alınmayın, şaka. Tek gecelik bir program bu, montajda keser atarız. İzleyenler sadece sizin biraz önce şarkı söylediğiniz, benim de alkışladığım kısmı görür. Bu arada sakın yanlış anlamayın, biz yarışmacılarımızı asla ama asla kıyaslamayız.” 

Yıkıldım. En düşük olduğumu bilmek, aksi iddia edilse de başkalarıyla kıyaslanmak… Cümle kuramaz oldum. Bir de inkâr ediyor; oysa kişiye kendinden öncekilerin bir şekilde de olsa hatırlatılması, başkalarına sunulan imkanların ondan esirgenmesi kıyaslama eyleminin pratikteki karşılığıydı. Evet bu anlar montajda atılacaktı biliyorum ancak ben hatırlayacaktım. Gitar çalamıyor ya da dans edemiyordum ancak anlatacak güzel hikayelerim vardı, onlar sorulsa belki ben de yükselebilir, yüksek bir noktaya gelebilirdim. Beklentilerim karşılıksız kalmıştı. Beklentiler pranga gibiydi, mutluluğun anahtarı beklentilerden sıyrılıp yaşamaktaydı. Hasta olursun, çorba beklersin yapmazlar, üzülürsün. Zor zamanlardan geçerken destek beklersin, elbette gelmez, bir de ona üzülürsün. Ama yalnızken kendi çorbanı kendin yapar, bir şekilde de olsa zor durumların üstesinden gelirsin. Acaba öksürürken su getirenim olur mu, elim doluyken biri kapıyı tutar mı gibi günlük hayatın insani beklentilerinin karşılanmamasının stresi yerine kendi suyunu kendin içersin.

Helal olsun! 

Kendiliğinden, kavga ya da ısrar etmeden gelen güzelliklere hasrettim. Derken bir el uzandı karanlıktan, su uzattı, çok şaşırdım, çok sevindim. Aydınlıkta olandan, ışıldayandan beklediğim özveri, karanlıktaki birinden gelmişti. Sesli düşünmüştüm sanırım, gözlerini kıstı sunucu ve konuşmaya başladı, “Ben hizmetçi değilim, ben bu yerlere su vermek için gelmedim. Oldu olacak üzerinizi de örteyim… Ben anneniz değilim. Sizden önceki o gitarist hiç su içmedi, ya da bir önceki neydi o adamın adı unuttum, burada hepimize doğada hayatta kalmayı öğretti. Gemi de yapmayı anlattı sal da yapmayı, gölde yüzmeyi de…” 

Keşke şu ışığın kontrolü bende olsa, keşke sadece hak edene vursa güneş ya da ay hiç fark etmez. Ama hayat böyle değil, hayat hiç adil değil. Evet bu alt tarafı bir yarışmaydı, benim buraya gösterdiğim özveri ve yüklediğim anlamla karşımdakininki aynı değildi. O, rastgele insanları karşısına oturtan ve biri gittikten sonra diğerini ağırlayan biriydi, bense büyük hayallerle gelen ancak giderek küçülen -kendini küçülten bir haldeydim, çekilmek gerekiyordu, gitmek gerekiyordu, vakti geldiğinde kalkabilmek çok mühim bir meziyetti. 

“Ben çekilmek istiyorum” dedim, şaşırdı aydınlıktaki, “Erkenden pes mi edeceksin, ne güzel vakit geçiriyorduk, ne güzel program yapıyorduk, her şey çok güzeldi, bir sonraki soruyu bekleyin, söz veriyorum çok daha iyiye gidecek, gerçekten…” diye devam etti konuşmasına, ısrarına.  Az önceki halinden eser yoktu, bazı şeylerin kıymeti gittiğinde anlaşılıyormuş. Gitmek istemiyordum aslında, son soruya kadar devam etmekti niyetim ilk oturduğumda. Ama öyle olmadı tabii, insan gittiği her yerde hürmet görmek ister, sevgi ve değer ispata muhtaçtır. Buradaki sevginin karşılığı neydi bilmiyorum, belki de fragmanda görünmek, hatırlanmak… Hepsi boş, hepsi anlamsız, hepsi geçici, sonsuz bir karanlığın ortasındaki bir adam ve kadın dışındaki her şey sahte. 

“Ben artık gideyim…” dedim ve yerimden kalktım. 

Karanlığa doğru adım attım, bana biraz önce bir bardak su veren karanlığın şefkatine bıraktım kendimi. Korktuğum karanlığın üzerine gittim bu sefer, kucakladı, itmedi. Kamaştırmadı gözümü, ortaya çıkarmadı kusurlarımı. Altında oturduğunuz spot ışıklar sizin olsun, düşük bir deneyim olarak hatırlanmaktan gocunmam, zaten ben yüksekten korkarım. 

21.12.24


görsel:  bu bir pipo değildir – “İmgelerin İhaneti” serisinden, 1929, Rene Magritte


Diğer Yazılar

denize çıkan merdivenler

Hemen her konu için betimlemesi, imgelemesi ya da metaforize edilmesi mümkün olan merdiven kavramı; mimari bir terim…

yansıma

Arka kapıyı açık tutuyorsun bir rüzgar veya bir ses girsin diye değil zamanı geldiğinde rahatça kaçabilmek için, tan…

sanat olarak sinema veya yükselteç olarak sinema

23 yıldır sinema seyircisiyim. Gördüğüm yüzlerce film sonrasında sanat sineması ile ilgili görüşlerimi 10 maddede şö…



© Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .