Ah Aziz,
Tanrın mı seni “alın varlık acısı çeken kulumu görün” niyetine açık etti yoksa kendini mi açık etmek için seni yarattı düşünüp duruyorum, cevabı ikimiz de biliyoruz, söylemiyoruz.
Nasıl da farklıyız bir bilseydin. Sen hayretin tamamını parmak uçlarında bulduğun çocukluğuna özlem duyar gibi olup hayatın tamamından geçip gitmeye niyetlenirken ben çocukluğumda ne olacağını bilmediğim şeyin yetişkinlikte elime geçeceğini hayal edip durdum parmak uçlarımın hiç farkına varmadan. Şimdi bu geçkinliğe giden yaşımda parmak uçlarımda hayret duymadan dokunuyorum yaşantıma durmadan kalıbımı arayarak. Olduğunu sandığım kalıp hep başkalarınınmış bilemedim bunca zaman ama sığdım hem de her içine girdiğime tam oturarak, acıyan yerleri değil törpülemek kesip attım zor gelmedi bilesin.
Çok benzediğimizi de bilseydin keşke. Ben de acımıyorum kendime senin sümbüle, süsene, katırtırnağına, gelinciğe bu kısacık hüküm sürmeye acıdığın kadar kendine acımayışına ben de acımıyorum. Kelebeğin üç günlük ömrüne üzülüp aynaları ters çevirdim hep.
İncir ağaçlarıyla zeytin ağaçları kardeş gibiler burada, hepsi yeni meyvelerine gebe, onlar sabrediyor ben sabredemiyorum, tatlı ve sulu bir incire dönüşmenin, şifanın kendisi, yüzyılların efendisi, tanrıların yaslandığı bir zeytin tanesine erişmenin hep kolay olduğunu sanıyorum dönüp arkama bakmadan.
Bu sabah hediyeler sundum incirlenmiş ağaca, beraber gidebilseydik keşke ve gölgesinde susabilseydik. Biliyorum ki sessizlik orucunu ben tutamazdım, deniz dalgalandığında balıkların nereye koşup saklandığını bilip o sırrı bana anlatmanı isterdim. Bilmenin benden başka herkese bahşedilmişliğinden emin olarak bu düşünceye sığınmak tembelliğimin en güzel en yumuşak örtüsü çünkü. Bu çağda herkes her şeyi biliyor Aziz ama ben bilmek istemiyorum. Bildiğimde ne kalacak geriye? Sen bildin ve işte kalan hiçbir şey olmadı Tanrı’nın günlüğünden başka.
Yaz sıcağında kavrulup kurumuş otların üzerine basarak geldim az önce. Ne haz! Sonbaharda kuru yaprakların üzerine basınca çıtırtısı, yazın kuru otların çıtırtısı. Geçmişimiz de kuru yapraklar ve otlar gibi olsa keşke, üzerine bassak ve kalan haz olsa sadece. Otlardan çıkınca bıraktıkları incecik kesikler gibi geçmiş, tuzlu suya dokununca çok yakıyor, iyileşse bile sadece senin gördüğün izler kalıyor. Senin izlerin çok derindi Aziz, içini çok yaktı hepimiz biliyoruz.
Seçeneğin gündeliğe dalıp boğulmaktı hâlbuki. Hoş her durumda boğulacaktın, hayattan çıkış tabelası senin için öyle işaretlenmişti, isteseydi tanrın değiştirirdi yapmadı, kendi de o yolan gitmek istediği için seni kurban seçti.
Kurban seçilişimize ve kurban seçtiklerimize çok üzülüyorum bilesin. Kurban seçtiğimizin sesine, gülüşüne, bir tesellisine muhtaçlık nasıl da alçaltıcı. Nihayetinde belli ki bu bir çıkmaz sokak, şükür ki çok büyük içinde oyuncaklar dolu oyalanıyoruz ve bu ilişikliğin ölüsü üzerine atılacak başka toprak yok. Kıtık yastıklı divan koyup üzerine oturdum. Senden sonra…
Hatırlarsın belki Tanrın “daha eskinin hiç sesi çıkmaz” demişti, külliyen yalan bu Aziz, eski sussa biz konuşacağız, eski hep konuşuyor, fısıldamıyor, bağırıyor, çığlık atıyor bu yüzden korkuyorum yeninin bana ağıza alınmamış küfürler edeceğinden. Şimdiden eskimiş halimle başladım bağırmaya duyuyorsun biliyorum. Senin şanssızlığın elindeki ufacık çocukluğunla sessizlik orucundaki babanın çığlıklarını duymaktı, katlanamadın, yapamadın. Baba oldun, sen de sustun ama duyurdun. Nuh’un gemisine binmiştin seçeneğin yoktu başka.
Sahi o yolculuktan hiç bahsetmedin. Bilincine varmış mıydın Nuh’un gemisinde olduğunun? Damızlık olduğunu bilseydin biner miydin? Hiç sanmıyorum Aziz. Sen bedeninle, ruhunla, taşın, toprağın, tırnağın ve parmak uçlarınla saklanmaya geldin, fark edilmeyince hayatta kalabileceğimiz içgüdüsü senin içinde ve senin için de çok çalıştı. Kalabalığa karışacak ve fark edilmeyecektin, süs püs takıdan uzak durup namaza duracaktın ve selanı da duyan olmayacaktı. Seni harap eden Nuh benden selam beklemesin ki beklemeyecek kibirinden, benzeşiyoruz çünkü amacına ulaşmış tahtında oturuyor hazretleri. Tahtların müzelerde seyirlik olduğundan habersiz.
Yerinden kaldırdığım taşlar güzelliğini yitiriyor artık Aziz, bildiğim dediğim bilmediğim oluyor, bilmediğimi seviyorum, bilmediğimin peşinden koşuyorum dizlerim tuttuğunca. Seni de, tanrını da bilmiyorum, bilmedikçe merak ediyorum. Merak ettikçe yaşıyorum bildiğimce ölüyorum. Sen susarsan süreceğim.
Anın sürsün Aziz.
fotoğraf: Sara Latif