diyalog: Rifat Özçöllü – Fatih Kesimal
Mizahi–nüktedan–lobi aleyhtarı–sinematik–Törkiş blues bestecisi ve şarkıcısı Fatih Kesimal’la blues muhabbetimize hoş geldiniz! Fatih Kesimal, kendisini ve müziğini, oyunculuk yordamını burada açık yüreklilikle anlatacak zaten. Ama şunu vurgulayabilirim. Gülmeyi, tebessümü hiç unutmayan biri Fatih. Şarkılarındaki sarkazm ve mizahla halkın meselelerine bir omuz atarak müziğindeki kişisellik-toplumsallık kıvamını ortaya koyuyor. Sonuçta bir ‘keyifli efkâr’ tınlıyor cayır cayır gitar-vokal performanslarından. Nitekim sabit bir ‘duruş’u aşan bir şey ondaki; durağan olmayan, sürekli performatif bir duyuş hâli. Fatih’in son teklisi Pembe Çorap ve Şeyler birkaç hafta önce platformlarda yerini aldı. Bunu da bahane ederek Fatih’le bir araya geldik ve başından bu yana müzik ve sinema yolculuğu üzerine lafladık. Evet, Apart Sahne’de, yıllardır, hem Türkiye-ABD hem de sinema-müzik koridorunda volta atıp duran Fatih Kesimal’ı dinliyoruz!
***
Rifat Özçöllü: Çok yönlü bir tarafın var: mühendissin, bluescusun, aktörsün, Sinema-Medya’da doktora tezi yazıyorsun ve benim doktoradan mektep, sınıf arkadaşımsın.😊 Hayatının bazı evrelerinde bazı yönlerini kendi içinde veya dışarıda örttüğün oluyor mu? Yoksa bütün sıfatlarınla her an, cümleten barışık mısın?
Fatih Kesimal: “Sıfatlarıma Dayılandım” adlı bir şarkı üzerinde çalışıyorum! (Pis pis güler…) Yok abi, o sıfatları sevmiyorum. Dışarıdan gelen bir etiket aslında bu. Ünvan ayrı bir şey; o mesleki bir gereklilik. Niteliksel bir birikime işaret ediyor, bir mesleki beceriye ve potansiyele referans veriyor; bu bakımdan gerekli. Ama hayatın olağan akışı içinde, bir oyuncu olarak çay içmek, müzisyen olarak tıraş olmak veya bir mühendis olarak tirbuşon kullanmak vs. gibi yerlere gidiyor o etiketler. Ne kadar komik ve saçma görünse de toplumda bir hayli kemikleşmiş durumda, mesleğini bedenine dikme durumu…
Kimlik problemi var günümüz insanının. Kimlik ve etiket kavramları birbirlerine karışıyor ama. Bu yüzden de olsa gerek, iki laf ediyorsun barda kafede biriyle; sonra sana birtakım yakıştırmalar yapmaya, seni övmeye çalışıyor. Ne kadar yüksek sesle seni överse, kendisi o konudan ne kadar uzak olursa olsun, bu onu güçlü ve güvende hissettiriyor sanıyorum. Kurumsal hayatta da çok sık görürdüm. Hakaret etmeden, yani hakaret sözcüklerini kullanmadan, iş arkadaşlarını nasıl aşağılayabileceği üzerine korkunç deneyimli, acayip tutkulu ve becerikli insanlar vardı. Ve bu hep övgü söylemleriyle gerçekleşirdi. Çok korkardım; ve savaşırdım da. Şimdi hâlâ korkuyorum o tiplerden ama karşı saldırı yapmak yerine alan savunması yapmayı öğreniyorum. İtalyan futbolu gibi; bire bir mücadele yerine toplu hâlde alan savunması. Daha optimum kullanıyorsun hayat enerjini böyle. Biz çocukken futbol diye bir şey vardı. Ne güzeldi…😊
İnternet’te de seni tarif etme girişimleri var, onlardan biri blues’u da şöyle tanımlamış: “Halk(lar)ın gündelik sorunlarını cayır cayır anlatma sanatı.”
Cayır cayır, kütür kütür… Ben daha çok, özellikle davul ve bası tarif ederken, kütür kütür diyorum. “Kütür kütür groove” gibi… Seslerin daha az kategorize edildiği bir düzlemde gitar; cayır cayır, zaman zaman biraz da ağlamaklıysa viyak viyak.. Dinleyene anlatıyor tabii, ilgilisine.
Türkçe sözleri de sana ait olan blues bestelerin var. Türkçe, o alevi daha da mı harlatıyor?
Şarkı sözü yazarken, ana dilimde ifade etmek elbette içerideki yangına daha güçlü dokunuyor. Taksiciye Dayılandım’ı mesela, canlı programlara gelen yabancı dinleyicilerin sorduğu oluyor, “Ne demek o, şarkıda ne anlatılıyor?” vs. diye. Onlara bire bir çevirmek pek mümkün olmuyor. Hikâyenin bağlamı İstanbul’da ve ağırlıklı olarak Beyoğlu’nda çünkü. “O bir metafor,” diyerek ancak anlatabiliyorum. Sonra neyin metaforu olduğunu konuşabiliriz. “I bullied the taxi driver!” desem olmaz, İstanbul’da yaşayan insanın yüzünde beliren gülümsemeyi yaratmaz. Hatta belki “You’re talking to me?” diye cevap da gelebilir, Scorsese seven biriyse. Ben olsam ne yapar eder, konuyu oraya çekerdim. Şimdi de yaptığım gibi.😊
Fatih Kesimal, Taksiciye Dayılandım:
“Taksiciye dayılandım / Taksicinin lobisini de lobisine de…” diyorsun orada.
Lobicilik maalesef demokrasinin bug’larını bulup kendi avantajına sömürmeye yönelik hâle gelmiş durumda. “Sayıca en güçlü biz olalım,” diyen topluluklar oluşuyor. Bu da tabii “Şuradaki işleri en çok biz alalım!” gibi motivasyonlarla yürüyor. Bu anlayışla demokrasi de ‘ezici çoğunluk’ elde etmeye yönelik kurgulanmış bir güç mücadelesine dönüşüyor. “Bizim kabile daha kalabalık, o zaman bizim dediğimiz olacak!” diye bağrış çağrış oluyor ortalık. Böyle bir ortamda bireysel çalışmaya odaklanmak da serkeşlik sayılıyor. Zaten şarkıdaki “Taksiciye dayılandım!” diyen adam da kişisel hikâyesini anlattığı yerlerde çok başına buyruk konuşuyor. Gerçek problemini dillendiremiyor. Dolayısıyla ahaliye karışamıyor ve yalnız kalıyor; karışmak da istemiyor belki. “Çayımı demlerim ama içmeden evden çıkarım,” dediği zaman da, “E bize ne abi!” diye bir tepki gelebilir ahaliden.
Ayrıca, sokakla kurduğu ilişki açısından bende ayrı bir yeri var bu karakterin. Şarkıdaki “Şu sokağı severim, ama değişsin isterim, ğımm ğaaa!” sözlerinde açığa çıktığı gibi:) Çünkü bu toplumsal anlayış bire bir insan ilişkilerinden geliyor zaten. Lobici bir anlayışla yoğrulmuş bir kişi mesela, sevdiği bir kişiyi de yemeye çalışıyor. Yiyebilmek için de önce istediği kıvama erişene kadar bir güzel pişirmek istiyor. Seviyor ama değişsin istiyor yani. 😊 Tamam paşam, enginarı pişmiş seviyorsundur belki, anlarım. Ama karşındaki yaratık kendi iradesi olan bir insandı ya hani. Hani “bireyiz” bık bık falan diyorduk. Enginarı pişirip de ye istiyorsan, sorun değil. Ama Sofyalı Sokak senin için değişmez. He lobicilik yapar güçlenirsin vs. orası ayrı. O zaman da tam seveceğin hâle getirdiğin vakit zaten şarkı biter; hem sen de değişmiş olursun. “Aa bu da değilmiş mutluluğun formülü…” dersin. Bunun sonu yok. “Şu köşeyi dönüp öteki sokağı da bir deneyeyim bakalım o zaman. Olmadı geri dönerim ya da uğrarım arada.” Neyse ben söylenmeye başladım… 😊
Bir de “Beyaz leblebiye koşmak lazım / Ama beladan kaçmak da lazım” var.
Leblebi daha kişisel ilişkiler etrafında bir hikâye. O dönem bir arkadaşımla beraber yazmıştık. İki kişinin karşılıklı oturup söyleşerek yazdığı hikâye, kendi içinde zıtlaşan bir adamın hikâyesine dönüştü. Yani evet; hazza koşmak istiyor insan ama sonra başımıza bela gelmesin diye de geri vites yapıyor.
Fatih Kesimal, Beyaz Leblebiye Koşmak Lazım:
Bir tür kaçıngan bağlanma gibi… Öte yandan, Albert King gibi “I bought you a fur coat for Christmas and a diamond ring / Now you got the nerve to tell me that my love don’t mean a thing” (“Noel için sana bir kürk manto ve bir elmas yüzük aldım / Şimdi gelmiş bana aşkımın hiçbir anlamı olmadığını söylemeye cüret ediyorsun”) da diyor musun mesela? Seninkisinde nasıl bir kişisellik-toplumsallık kıvamı var, daha çok, yeni kent hâllerini izleyip bunlara ayar olan bir kişisellik mi?
Albert King orda yengeyi şikâyet ediyor gibi; hani etme böyle yapma falan diye. Albert Collins’de de çok var öyle durumlar; “I can see the lights on baby, but I can’t see nobody home” (“Işıklar açık görebiliyorum bebeğim ama evde kimseyi göremiyorum”) diyor. Bu sözün bende uyandırdığı his; hani gözünün içine bakarsın bir insanın, anlatırsın, dinlersin, anlaştık sanırsın. Ama kısa süre sonra aslında kandırıldığını anlarsın. Davranış değişmemiştir, aynı olayın laciverdini tekrar yaşarsın. Aslında gerçek meseleyi hiç anlamayan sensindir. Orada sadece senin o kişiye ilgi harcaman istenmiştir. Gözler açık, ama kalp kapalıdır. Lights are on, nobody home. (Işıklar açık, evde kimse yok.) Anlat babam anlat, malum kişi evde yok.
Leblebi’de adamımızın kavgası kendisiyle. Buna da içinde bulunduğu çevresel faktörler sebep oluyor yüksek oranda. Çoğunluğun haz bağımlısı olduğu ortamda, kendisine de dayatılan bu ikiliği ifade etmiş adamımız. Hazza koşayım ama, sonra da beladan kaçma vakti gelecek diyor. Çünkü haz hep kaçacak, kovaladıkça da insan daha dürtüsel yaşamaya alışacak. Bu dürtüselliği önce tolere edecek, sonra norm olarak kabul edecek. Prensip, etik vs. kalmayacak. Bunlar tabii şu anki görüşlerim. Şarkıyı yazarken bunları düşünmüyordum. 😊
Peki, blues’la ne zaman tanıştın? Dünyadan hangi efsanelere vuruldun?
İlk vurulduğum gitar solosu JJ Cale’ın Crossroads Gitar Festivali’nde Eric Clapton ile beraber çaldıkları After Midnight performansındandı. JJ Cale’ın o videodaki solosuyla beraber, elektro gitar almaya karar verdim. O sound’u istedim yani aslında. Tekrar tekrar izlerim çoğu zaman. JJ Cale’ın gitarından çıkan o sesi çıkarmak istedim. Cümle yapıları vs. çalış tekniği, tabii yepyeni bir dünyaydı benim için. Öylece elektro gitar ve blues’a başladım.
O solo çok kıymetlidir benim için. Hatta askerdeyken de müziksizlikten çok daraldığım bir vakit arkadaşımı arayıp telefondan o soloyu dinletmesini istemiştim. Oh, su gibi gelmişti. Bizim yaylada, Avusor Yaylası, çocukken içtiğimiz pınar suları vardı; avucunu dayarsın böyle, dudakların çatlar suyun soğukluğundan, ama buzdolabı suyuna da benzemez, içtikçe içesin gelir. Denize girmek gibi bir etkisi vardır. Tazelenirsin. Bir şarkıma zamanında “Çiçek gibi aranje!” demişti bir müzisyen arkadaşım. Ben de o soloya “Su gibi solo!” diyorum. 😊 JJ Cale’ın o gitar solosudur beni blues’a yönelten.
JJ Cale – Eric Clapton’ın After Midnight ve Call me the Breeze Performansı:
“Yine mi güzeliz, yine mi çiçek…”😊 Derdini vokalinle olduğu kadar gitarınla da anlatıyorsun. Gitardaki yönelimlerini de yine kendi zamansal evrimin içinde anlatabilir misin biraz?
Texas blues efsanelerine çok uzun zamandır ilgi duyuyordum. Jimmie Vaughan favori gitaristimdi çok uzun bir dönem. Sonra Austin, Teksas’a gittim. Ben gittiğim zaman turnedeydi, canlı izleyememiştim. Ama Paul Val diye bir genç adamı izlemiştim. Çok acayipti; gitar tonu, çalım stili, vokali ve özellikle sahnedeki cesaretine hayran kalmıştım.
Teksas dönüşü Albert Collins’in funky blues yaklaşımını çok benimsedim. Yani öncesinde yıllarca JJ Cale şarkılarına yönelmiştim, laid back gitar çalım tarzı vs… İlk grubumun adını da Laid Back Blues koymuştum, JJ Cale şarkılarını coverlardık, yorumlardık ağırlıklı olarak. Sonra Albert Collins’le özdeşleştirmeye başladım müziğimi. Onun gitarından modelledik Burçin abiyle beraber; Pedal Terzisi Burçin Ankara. Taş gibi bir telecaster yaptık, ash body, texas special manyetikler vs… İlgilisine…
Sonraki şarkılarımı daha funky bir blues tarzına yaklaştırmaya başladım. Serdivan’da Akşamüstü gibi.. Tabii funk deyince olay çok daha genişliyor. Blues gibi, funk’ın da bin türlüsü var. O aralar bir dönem de The Meters tarzı funk’a merak saldım, New Orleans havaları… Let’s GoGo, Let Her Fade gibi enstrümantal şarkılarımı yazdığım dönemlerdir.
Fatih Kesimal, Let’s GoGo:
Evet, diğer türlere zaman zaman uğrayıp geri dönüyorsun, funk, punk, rock… Kendi tür havuzunu nasıl tarif edersin?
Şu sıralar tam türünü adlandırmaya çalışmıyorum son şarkılarımın. Pembe Çorap ve Şeyler en son çıkan single’ım. Bir tane daha var çıkacak olan yakında. Bunlarda da The Black Keys etkileri var. Gitarlar daha kirli ve efektli. İlginçtir The Black Keys de Mississippi blues tabanlı, sonradan daha çok rock’n roll tarzıyla popülerleşmiş bir grup. Davul ve gitar olarak iki kişilik çalışmaları var en erken dönemlerinde. R.L. Burnside’dan çok etkilenmişler, ben de bayılırım Burnside’a. Zaten The Black Keys’i keşfetmem de onların bir R.L. Burnside şarkısına yaptıkları cover’ı dinlemem sayesinde oldu. Mississippi’de küçük bir mekân var, Burnside zamanında orada çalmış. Bunlar da gidip orda konser vermişler. Videoları da var YouTube’da. Oralara da bilahare gitmek lazım, Mississippi’yi de solumak lazım.
Türkçe şarkılarında hikâyeler de anlatıyorsun? Farklı türler ve tarzlarda da olsa hikâye deyince MFÖ’nün Ali Desidero’su, Cem Karaca’nın Tamirci Çırağı, Baba Zula’nın Abdülcanbaz’ı da geliyor akla. Senin hikâyelerinde farklı olarak neler öne çıkıyor?
Türkçe sözlü blues deyince aklıma kim gelir diye düşünüyorum, mesela Erkin Koray olabilir, Hayat Katarı. Ayrıca Estarabim’de diyordu: “Böyle bir yar istemem, istesem de istemem.” Dürtülerin, duyguların ve aklın birbirleriyle nasıl çelişebildiğini düşündürüyor. Günümüz insanının büyük bir derdidir bu. Bir de “The Godfather of Turkish Punk” diye bilinen biri var, Tünay Akdeniz. Salak diye bir şarkısı var, çok komik ve enteresan bir anlatım tarzı. Punk diyorlar ona tabii sound’undan dolayı sanıyorum ama, yani ne bileyim, blues ve punk birbirlerinden o kadar da uzak değildir yine de. Hadi blues değil de rock’n roll diyelim. Hala Bekliyor Musun Feridun?’u yazarken punk sound’u istemiştim mesela. O sözler ve hikâye öyle çağrıştırıyordu. Kendisiyle çelişen, kendisini yiyip bitiren bir adamın hikâyesiydi. Yani bendim o adam tabii ki, biraz kurgulanmış olarak…😊
Tünay Akdeniz, Salak:
Evet, Estarabim sözlerindeki gelgitli veya kararsız hâllerle Dayılandım’daki “Sofyalıyı severim ama değiştirmek isterim” veya “Çayımı karton bardağa koyarım ama içmeden evden çıkarım” sözleri arasında ilintiler kurulabilir… Senden önceki Türk bluescularla nasıl bir bağın var? Aralarında türkülerle, Anadolu müziğiyle daha yakın ilişki kuran Anadolu bluescular da var. İngiliz müzisyen Nikolai Galen bir röportajında, Aşık Veysel ve Neşet Ertaş’ı Anadolu blues’un kökenleri olarak gördüğünü söylüyor. Sen ne düşünüyorsun?
Bi karikatür vardı; genç rockçı tayfadan biri tarla kenarında durmuş, adamları darlıyor “Abi sizinki de blues işte, sizler aslında bluescularsınız, o sizsiniz abi!” falan gibi… Dayılar da ellerinde tırpanla kürekle çocuğu kovuyorlardı tarlaya girmesin diye, “Bürssst dürstt!” falan diyerek. O karikatürü kıymetli bulurum. Onun gibi bi tane daha vardı. Biraz bu klişe durumu eleştiriyor.
Ben bu “Anadolu Blues” tartışmalarında ayrıca biraz oryantalizm kokusu alıyorum. O söylemde ilgi çeken şey bunu söyleyenin bir “İngiliz” olması. Hatta self-oryantalizm demek daha doğru belki… Doğu’nun Doğu’ya yabancılaşması. Yaptığı işi Batı’nın normlarına göre kabul ettirme ihtiyacı.
Ben mesela Mahzuni’yi dinlerken böyle bir ihtiyaç hissetmiyorum. Ambalajlamaya gerek yok. Ne bileyim, ben şimdi Mahzuni’ye “Anadolu Punk” mı diyeyim? Ne gerek var? Zevzek türküsü var mesela; kime giydirdiği belli değil pek ama; bir yerde kendisine de bir bölüm yazmış.
Mahzuni, bu hâl ile nereye vardın, canım?
Sen bu ele gelmeden ner’de yatardın, canım?
Belinde parabellum, kimi kurtardın, canım?
Adam olamadın gitti, zevzek
Beni bilemedin gitti, zevzek…
Burda da eğer kendisiyle tartışıyorsa, “Varoluşçu Anadolu Punk” mı diyeyim? Gerek var mı rüzgâr yapmaya! Mahzuni’yi Mahzuni olarak severiz. Çok da severiz…
😊 Anlıyorum. Haklısın. Belki ruhsal akrabalıklar kurmaya çalışma gayretkeşliğidir. Los Angeles’ta New York Film Academy’de oyunculuk eğitimi de aldın. Öte yandan Sinema-Medya alanında doktora yapıyorsun. Beste üretimin ve sahne performansın açısından blues ve oyunculuk arasında nasıl bir bağ var?
Oyunculukta da müzikte de performans ve yaratım açısından bakınca benim odaklanmak istediğim şey deneyimlemektir. Sahnede deneyimliyorsam seyirciye bu deneyim geçiyor. Yazarken de deneyimliyorsam o da bir performansa dönüşüyor. Kendi ritüelleri oluşuyor. Hangi durumda, nasıl yazarsın? Mavi mürekkepli dolma kalem ve saman kâğıdı istersin yeri geldiğinde ya da aklına bir söz gelir telefonuna yazarsın, sonra üzerinden geçersin vs. Oyunculukta da bir karakter üzerinden yaşanan bir durum, ne kadar acıklı da olsa onu deneyimlemek oyuncuyu mutlu eder. Oyuncular sahnede ağladıkları zaman mutlu olurlar mesela. Gerçeklik hissi… Hayalî şartlarda hissedilen gerçek duygular… Hitchcock’un sinema formülü gibi: “Unrealistic shots, real feelings.” (Gerçekçi olmayan çekimler, gerçek hisler.) Oyunculukta da nasıl denir; “Acting under the imaginary circumstances”. (Hayalî koşullar altında oynamak.) Blues’da da gitar çalarken içimden birilerine sayıp sövdüğüm çok olmuştur.
Öfkelenirim bazen, mesela bir şey olmuştur. O gün delirmişimdir. Akşam da sahne vardır. Oh mis, tadından yenmez. O gün daha ateşli çalarım. Bu tabii kendi kendimi sabote etme eğilimi getirir mi acaba diye korkmuştum bir dönem. Sonrasında güzellikleri de tatlı tatlı çalarken onurlandırmak mümkün olabilir diye düşünmüştüm. Yani, blues yaparken illa dertlenmek zorunda değiliz. Güzelliklere de şarkı yazılabilir:)
Evet, keyifli efkâr seninkisi bir nevi… ABD maceran Los Angeles’la sınırlı değil bildiğim kadarıyla. Ayrıca Colorado’da Telluride Blues&Brews Festivali’ne de götürdün “cayır cayır” Türkçe blues’unu.
Telluride’a iki kere gittim aslında. 2023’te gittikten sonra challenge’ı kazanamadığım için çok üzülmüştüm. 2024’te tekrar denedim, pek kimseye söylemedim kazanamazsam diye; ve yine kazanamadım. Bu iki tecrübe arasında çok ciddi, çok temel bir fark yaşadım sahne performansı açısından. İlk gidişimde elbette kazanmak için gitmiştim, ama odaklandığım şey Amerikan seyircisini tecrübe etmekti. O yüzden sahnedeyken algılarım açık, dışa doğruydu. Üç şarkı çaldım. Hollywood Lights, Los Angeles’taki oyunculuk dönemimi de alaycı bir dille işlediğim şarkım, seyircilerden çok güzel tepkiler almıştı. Şarkının içindeki bazı şakalara kahkahalarla gülenler oldu; buradaki Taksiciye Dayılandım performanslarımda da bazen yaşadığım gibi.
40-50 kişi arasından son 6 kişilik finale seçilmiştim. 4 Amerikalı, ben ve bir Kanadalı vardı. Kanadalı birinci oldu. Seyirci ve jüriyle çok güzel muhabbetimiz oldu program sonrasında. Çok üzüldüm tabii, çünkü çok büyük bir fırsattı. Kazanan bir sonraki sene ana sahneye çıkıyor festivalde. Joe Bonamassa’dan önce çalıyorsun falan… Neyse ağlaya ağlaya döndüm:) Festivalden önce Teksas’a gitmiştim, festival bitince de tekrar Austin, Teksas’a gittim. Adım başı canlı müziğin olduğu sokaklar vardı. Jam session’lara gittim, çaldım, müzisyenlerle tanıştık ettik falan. Sonra 2024’te tekrar denemek istedim.
2024 yolculuğu nasıl gelişti?
Yine kabul aldığım için çok mutlu oldum. İkinci seferdeki tecrübem daha zordu. Bu sefer kazanmaya şartlanarak gitmiştim. Sanatta kazanmak, kaybetmek diye bir şey yoktu hâlbuki; seçilmek vardı ama. Bu sefer seyirciye değil, jüriye odaklıydım. O şekilde çaldım. Birinci seçilmediğime de şaşırmadım. Yalan yok; ilk gidişimde birinci seçilmeyi bekliyordum:) Neyse, kazanan da taş gibi çalıyordu ayrıca. 5 Amerikalı ve ben vardık bu sefer. Yine işte sohbet muhabbet falan filan… New Orleans’tan gelen bir adam vardı bu arada, finalistlerden biri, Tom Andes. Gitar çalış stiline hayran kalmıştım. Davul ve bas ile elde edilen groove’u tek başına akustik gitar çalarak yaratıyor. Charlie Hunter’da da o taraflar çok güçlü. Neyse ertesi günü festivalin kapanış konserinde Joe Bonamassa’yı canlı izledim. Samantha Fish, Eric Gales ve daha kimler kimler… Ekip ruhlarına ve bilinçlerine hayran kaldım. Bu seferki festivalde daha çok izlediklerimin etkisiyle büyülendim.
Yani demek istediğim, blues dediğin zaten kazanan kaybeden algısına, güçlü olanın ve çok konuşanın haklı sayıldığı düzene, ödül ceza sistemine karşı ideolojik ve sanatsal bir duruştur. Blues ifade eder, gerisine karışmaz. Kazanmaya, ilgi çekmeye falan da uğraşmaz. Kazanmaya odaklanmak sanatçının işi değil. İkinci seferde hatayı orda yapmışım.😊 Aşk ve sevgi de benzer şekilde öyle mesai doldurarak hak kazanılan şeyler değil. Oyunculukta da olduğu gibi, esas olan dinlemektir. Kendini de dinlemek, sahnedeki partnerini de seyirciyi de dinlemek gerekir.
İlk teklin Let Them Talk’tan bu yana kaç albümün ve teklin çıktı? Biraz yayın geçmişinden bahseder misin? Son teklin Pembe Çorap ve Şeyler’de tek vokalde birleşmiş iki cinsiyet var. Sarkazm ve mizah “halkın gündelik meselelerini” dile getirmeyi kolaylaştırıyor mu, yoksa bu meselelere dayanmaya çalışan halka bir omuz mu atıyor?
Omuz atsa daha iyi çünkü bu kadar içi boşaltılmış kavramlar kullanılarak önemli meseleler konuşuldukça işler iyice çıkmaza giriyor. Ortaya atılan bazı yeni moda kavramlarla artık sadece dalga geçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Eldeki kavramların haklarını verecek şekilde kullanmanın sorumluluğunu almayan medyatik çoğunluk, çareyi ortaya yeni bir kavram atmakta buluyor. Bunu da zaten dünyada belirli dönemlerde moda olmuş akımlardan devşiriyor. Ama tabii kitabı ortadan okumak gibi, haberin de manşetini okuyor sadece. Oradaki kavramı araklayıveriyor. Çareyi buluyor dediğim de birkaç aylığına sorunlarına çözüm bulduğuna dair kendini kandırmak ve tabii medyatik çoğunluk sayesinde güç elde etmek. Bu durum kimseye yaramıyor aslında. Böylelikle artık söylem çağında yaşadığımızı hatırlıyoruz. Önce ayrıcalıklı söylemlerin eleştirilmesi tabulaştırıldı medyatik güç ve linç girişimleriyle. Ama eleştirilmeyen, sorgulanamayan kavram da gündelik yaşamda anlamını yitirdi hâliyle. Anlamı yitirilince de, boş arazi görünce çöken mafyavari bir yaklaşımla, o kavram sahiplenildi. Ta ki o kavram da, bir noktada bu medyatik mafyavari kabilenin içinde yeni bir güç savaşı başlatıp üyeleri birbirlerine düşürünceye kadar… Sonra yerine yeni bir içi boşaltılmış kavram getirildi. Bu yeni ve anlamı bilinmeyen ve zaten öğrenilmedikçe ‘iş gören’ yeni kavram sayesinde kabile üyeleri, kişisel hesaplarını cilalama fırsatını tekrar elde etmiş oldular. Bu sayede kabile, hayatını devam ettirmeyi başardı elbette, ama asla o özendikleri medeniyetlerdeki ‘bireyler’ gibi de olamadılar. Onun yolu çetrefil çünkü, sorumluluk almayı gerektiriyor. Popüler ve medyatik olana alternatif kültürler yaratma becerisi gerektiriyor. O alternatif medeniyetlerde söylem esas değil; yaratıcılık esas. Mock kültürü bu noktada hayat kurtarıyor. Mizah ve sarkazm demişken; Anthony Jeselnik ve Bill Burr favori stand-up’çılarım. 😊 Konuşmaktan kaçınılan konulara özellikle odaklanıyorlar.
Fatih Kesimal’ın Son Teklisi: Pembe Çorap ve Şeyler:
😊 Evet, bu uzun ve haklı ‘cevap performansı’nın sonunu yine performanslar arası bağlantı pasıyla getirdin. Evet, somurtmak matah sayılacak bir şey değil. O zaman şöyle sorayım, blues ve sinema çok filmde kesişti. Müziğinin oyunculuğunla bağlantısını sordum ama burada, sinema akademisyenliği ve sinefilliğinle müziğinin ilişkisini soracağım: Müzisyenliğine ilham ve kaynak olmuş bir sahne var mı aklında?
Bir ilham kaynağım var aklımda, bir film sahnesinden bahsederken hocamızın söylediği bir söz: “You’ve gotta kill your kids.” Yani sinemada bir sahne için diyelim ki 50 farklı açı çektin. “Hepsini kullanıcam!” diye şartlanırsan laf kalabalığı yapma riskin var. Majör olan derde odaklanınca fazla kalan çocuklardan “Vazgeçicen!” yani işte. Bazı yönetmenler sette denemeyi sever, eyvallah. “Şurdan da alalım, burdan da alalım.” Ama bu hepsini kullanabileceği anlamına gelmez. Hele oyuncunun birinin güzel göründüğünü düşündüğü planın kullanılması gerektiği anlamına asla gelmez; yani eğer dünya o kişi etrafında dönmüyorsa, ki dönmüyor. Dönüyorsa da dönmemeli, yani ne münasebet, o zaman o dünyaya dair çok büyük bir problem var demektir.
Şarkı yaparken de buna dikkat ederim. Bazen farklı farklı gitar hareketleri denemek gelir içimden. Biraz da dürtüsel… “Write drunk, edit sober” (Kafan iyiyken yaz, ayıkken üzerinden geç) sözüne de atıfla, sonradan o soloların çoğundan vazgeçmem gerektiği oluyor. Editing sırasında acıma yok, “Öldürücen!” İçi yanar insanın elbette, ah be dersin, şu hareketi çok iyi yapmışım. Ya da bazen içeriden bi çatlak ses konuşur, “Fatih ne güzel çalmış!” desinler burada diye. O sesi dinlemek işin amacını törpülemek oluyor ama… Amaca en iyi hizmet eden, hangi enstrümanın hangi take’i ise, onu kullanmam gerektiğini biliyorum. Önce gemi yürüyecek yani:)
Evet, kıyalım yavrularımıza. 😊 Son olarak, yüksek lisans ve doktoradaki tez konularından bahsedebilir misin? Akademik cephen, yine müzikle akraba mı yoksa daha bağımsız bir bölge mi orası?
Doktora tezimde formalist analiz yapıyorum, David Mamet’in film adaptasyonlarını inceliyorum. “Kamera nasıl kullanmış ve ne amaçla?” gibi sorulara cevap arıyorum ve yorumluyorum. Genellikle modernite ve güç meselelerinin eleştirisi olarak anlıyorum Mamet’in metinlerini. Bu eleştirilerini film adaptasyonlarına nasıl yansıtmış diye bunu formalist analizle araştırmak benim için ilham verici. Bir enstrümanla bir fikir nasıl işlenir? Kamera sinemanın bir enstrümanı olduğu gibi, müzik enstrümanlarının da bir fikri nasıl işlediği meselesi çok da yeni bir mesele değil aslında. John Mayer bundan bahsediyordu bir röportajında. Bir fikir ifade aracı olarak gitar solosu çalmak diyordu. Biraz da kafası iyi gibi görünüyordu o röportaj sırasında ama, demek istediğini doğru anladıysam, aslında cümle cümle gitar solosu çalma prensibine dayanıyor önerdikleri.
Bu da zaten eskiden beri var olan bir yaklaşım. John Mayer bunu kendisine göre yorumlayıp yeniden yaratmış. Jimmie Vaughan da gitarı nefesli bir çalgı gibi çalmaktan bahseder mesela. Saksofon gibi… Nefesin bir noktada biter, dolayısıyla mecburen parça parça, cümle cümle çalarsın. Bu da bir insan konuşuyormuş gibi bir izlenim yaratır. Gitarı da öyle çalar Jimmie Vaughan. Onun da idolü Albert Collins. Gitarla konuşurlar hep. Çok seviyorum:)
Kamera ile konuşan yönetmenler var veya ses katmanıyla… Genel hikâyeyi anlamaktan çok daha öte bir yere götürüyor seyirciyi. Sinemanın ideolojik olduğu bir yer aynı zamanda.