O gün erkek kardeşim Onur ile hastaneye yürürken ağzımdan çıktı bu cümle. Çok sıcak bir gündü. Ehliyeti olmayan beni diyelim ki Çeşme’ye götürebilecek biri çıksa yüzebilecektim o gün. Az çok planlamıştık. Birol abi gelmişti işte memleketten ama babam daha da kötüleştiği için elbette onunla olmayı tercih etmiş, ancak bu cümleyi sarf etmeden de duramamıştım çünkü genel olarak babamın durumu nedeniyle yazın 10 kere bile yüzememiştik. Babam hastayken yüzmeyi düşündüğüm için bencil hatta kötü bir insan sayabilirdi bir yabancı beni ama bizim ailede kimse kendi rahatsızlığı nedeniyle birinin zor durumda kalmasını istemez. Bu nedenle yaşanan durum en başta direnmeye ortaklık, dolayısıyla güçlenme örneği olarak dile getiriliyordu. Alaska’dan ancak Kasım-Aralık gibi gelebildiğimde bile yüzmüştüm ben. Denizi öyle severiz, eksikliğini çok hissederiz. Babam 3-4 ay biçilmiş bir yaşamı her hissini bilmemizin mümkün olmadığı müthiş bir direnişle 33 aya uzattıysa ben de gerekirse denizde yüzmeden aylarca geçirebilmeyi öğrenebilirdim.
Böyle bir paragraf yazdım ama elbette yüzmeyi her düşündüğümde elimde olmadan utandığımı da hissettim. O gün birden Deniz geldi aklıma, Denizler… Cümlemin “babam beni, bizi en çok Deniz’le, Denizler’le sınamamış mıydı?” ya dönüşmesi hoşuma gitti çünkü küçüklüğümüzden beri babam bize onların öyküsünü anlatırdı. Hem üniversite yıllarını hem de o sırada dünyada olan biteni ya da bilmemiz gerekenleri. Portekiz’de Salazar, Şili’de Pinochet diye sırayla anlatırdı. ODTÜ’de 68 kuşağı olarak okumuş olmaktan hâlâ büyük heyecan ve gurur duyuyordu. ODTÜ stadyumunda çıkmayan boyayla “Devrim” yazıyor oluşundan çok etkilenmiştim. Üniversite tercihi yaparken ODTÜ dışında bir üniversite yazmayışım ondandır.

Atatürkçülüğümüz, solda duruşumuz çok güçlü nedenlere bağlı olmayabiliyor. Hangi alanda çalışıyorsak çalışalım antiemperyalist olmamız gerek en başta. Bunun için, özellikle günümüzde baş koşul batı karşısında aşağılık kompleksine sahip olmamak olsa gerek. İş hayatım boyunca çok yabancı kişi ve kurum ile çalıştım. Sayısız kere beni, bizi, çalışma yöntemimizi vs küçük gördükleri oldu. Çoğunda kendileri çelişki içindeydi. Ayağımızı yere sağlam bastığımız için bunu görüp müdahale edebildik. Günümüzde diğer ülke koşullarını bilmeden sağdan sola herkesin Türkiye’yi ne denli küçük gördüğünü düşünün. Bu nedenle de adil çalışma koşullarını oluşturmak zor oluyordu. Sanırım babamın, annemin bizi sol görüşle ve örneğin o yıllarda görece çok daha antiemperyalist duruşa sahip Cumhuriyet gazetesiyle büyütmesi bizim çalışma koşullarımızda da kendini göstermişti. Emperyalist yabancı araştırmacılar ve onların uşağı TC vatandaşı meslektaşlar karşısında gerekli eylemlerde bulunmak çoğunlukla elbette bedel ödemek oldu benim için, kardeşlerim için ama bu bedeller Denizlerin ödediklerinin yanında ne kadar da küçük.
Yabancılardan söz etmişken antiemperyalist duruşu yabancı nefreti ile karıştırmamak gereğini de söylemeli. Hem de pek az hatırlanan bir örnekle, Atatürk’ün üzerine basılmış Türk bayrağına karşılık olarak Yunan bayrağına basmayışını hatırlayarak. Ve dillendirmeye gerek var mı, biz aynı zamanda çok sayıda, hala iletişimde olduğumuz güzel yabancı dost edindik çalışmalarımız sırasında. İşin ilginç yanı sözünü ettiğim sorunları örneğin Polonyalı araştırmacı dostlarımızla birlikte yaşadığımız olurdu. Batı-Doğu Avrupa dinamikleri üzerinden.
Babamın öğrettiği ve sonra içimize işleyen davranışların tohumlarına örneklerden söz edecek olursam aklıma hep babamla İzmir Montrö meydanında buluşmamız gelir. Cep telefonunun olmadığı o günlerde kız kardeşim ve ben otobüs durağında sıraya girmişsek babam geldiğinde bizi alır sıranın sonuna giderdi. Bir kişinin bile hakkını yemek istemezdi babam, bunu öğretirdi bize.

Adalet öyle önemliydi ki başımıza bir haksızlık geldiğinde babam, o yoksa annem ille sorardı karşı tarafın ne yaptığını. Dikkatle dinlerdi. Öyle hemen bizi haklı saymazdı. Ailemizin genetiğine işlemiştir bu adalet tutkusu. Kan bağının hiç önemi yoktur. Herkes kendisine samimiyetle bir sorsa, acaba kaç kişi haklı olduğu halde belirli bir gruba dâhil olmadığı için ve/veya sevilmediği için haksız sayılmıştır.
Türkiye Kuş Halkalama Programı’nı kurduğumuz yıllarda karşı propaganda yapıldığı için bizim istasyonlara pek Türk kuşçu gelmezdi. Bu nedenle annem ve babam yardıma gelirdi bazen. Babam kayıtları tutardı çünkü yazısı çok güzeldi. Rahat bir çalışma ortamı için sayımızın daha çok olması gerekiyordu ama kuş sesleri arasında ailecek ülkemizin kuş göçü araştırmaları açısından açığını kapama adına yılmadan çalışmıştık.

Kanımca adalet düşkünü, antiemperyalist babam için kendi meslektaşlarının çalışmalarını ezip geçen ama yabancıların sıklıkla yerel bilgilere es geçen çabalarını yere göğe sığdıramayan TC vatandaşları, hele ki gençler büyük bir düş kırıklığı idi. Elinden geldiğince bizi korumaya çalıştı ama adaletli olanın değil güçlü olanın diğerini yendiği gerçeklikte bunu ancak bir dereceye kadar yapabildi. Maddiyat çok önemliydi bu projelerde ve ne yazık ki bizim çalışmalar bu açıdan da eksik olurdu. O da elinden geldiğince bu açıdan da destek olmaya çalıştı ancak desteği yine sınırlı olabildi. Sanırım en büyük mirası bizim kendimizi korumayı öğrenmemizdi ama hadi soralım birbirimize; Güçlü olanın yanında mı yer alıyoruz haklı olanın mı? Haklı olanın yanında olmak kolay mı?
Bilerek ya da bilmeden haklı olanı değil güçlü olanı seçtiğimiz bir dünyada yaşıyoruz ve her seçimimizle güçlü olan daha da güçleniyor. Denizleri, Atatürk’ü bilimle ilgili mirasları açısından da anacaksak eğer bu gibi davranışların insan doğası ile ilişkisi çözümleri ararken akla gelmeli. Ingeborg Bachmann’ın “Asıl faşizm, iki insan arasındaki ilişkide başlar” sözü, örnekler vermeye çalıştığım insan ilişkilerine en geniş, en derin pencereden bakmak gereğini kendime hatırlattığımda hep aklıma gelen ne kadar da düşündüren bir sözdür.
Tüm yaşamı boyunca onu kim tanıdıysa “yardımsever” olarak niteleyecektir. Bir gün bir taksiyi ziyarete gittiğimiz dostlara tatlı almak için durdurmuş, dönüşte elinde şoför için de tatlıyla çıkagelmişti. Biri yer, diğeri bakar sözüne inancını ve bu durumla savaşmak gereğini düşündüğünün hoş bir anısıdır bizim için. Özünde eşitliğe her anında inanan babam sosyalist bir Cumhuriyet için çabalıyor olsaydık ne mutlu olurdu.

“O yıllarda mezuniyet töreni ülkedeki siyasi atmosfer nedeniyle yapılamadığı için babam cübbesini benim mezuniyetimde, 21 yıl gecikmeyle giymişti.”
Mirası olsa gerek, onu çok özleyeceğimi, özlemin çok acıtacağını deneyimlemeye başladım bile ama en içimde tekil, büyük bir isyan duyumsamıyorum çünkü şu adaletsiz dünyada ömrünün çok kısa sayılmayacağını ve daha da önemlisi ona bir sürü güzel, özel şey sığdırdığını biliyorum. Herkesin yaşayamadığı güzellikler… Ancak elbette her biri farklı öyküye sahip babasız kalışların kolektif acısının, isyanının bir parçasıyım ben de artık.
Diğer yandan güzelliklere doyum olabilir mi? O bize doyamadan, biz ona doyamadan ayrılmış olduk işte. Öleceğim güne dek babamın, hele ki o çok özgün mizahının, o çocuksu gülüşünün özlemiyle kâh acıyacak içim kâh müthiş çalışkan biri olduğu için ona layık olmak için elimden geldiğince çalışacağım.
İsyandan uzakta oluşumda tabii bir de, babam için (aslında herkes için) daha ölmesi olasılığını ilk düşündüğüm yıllar yıllar öncesinden kalma bir inancımın da etkisi var. Bir kere doğanın artık ölümsüz olduğuna inanıyorum. Dünyada aynı anda nefes bile almadığım, uzak diyarlarda doğmuş insanları içime işleyen şiirleri, şarkıları nedeniyle ölümsüz sayan, ruhlarının bana dokunduğunu düşünmüş biri olarak sayısız güzel, anlamlı anı, ortak genlerin getirdiği sayısız güzel ya da zor benzerlikler varken babamı nasıl ölümlü sayabilirim?

En başa denize dönmeli. Annemle babam ailelerinden gizli denizin ortasında buluşurlarmış. Babamı memleketimizde toprağa verdikten sonra onlar için deniz kenarına gittim. Bilenler bilir. Bizim oraların suyu (Burhaniye) çivi gibi soğuk olur. Su inanılmaz sıcaktı. Hazırlıklı olsam girebilirdim. Dizlerime kadar girdim, taş ve midye topladım, inanılmaz değişmiş olan memleketimin çok daha güzel yıllarında yaşadıkları için annemle babamı şanslı saydım.

Ertesi gün bu kez annem gelmek istedi deniz kıyısına. Ben yine zor tuttum kendimi ve bu kez iç çamaşırların aslında bikiniden pek de farklı olmadığı üzerine sesli yorumlarda bulundum. Kız kardeşimin de cesaretlendirmesi üzerine bir de baktım ki yüzüyorum. Erkek kardeşim de ardımdan suya girdi. Babam belki hastalanabilirim diye kızmıştır ama öyleyse de ne güzel, işte birlikte anılar biriktirmeye devam ediyoruz. İç çamaşırlarımla girdim diye de belki kızmıştır ama zaten o beni hep “asi kızım” diye sever. Elinde olsa herkesi mutlu etmeyi isteyen biri olarak yüzebildiğim için aslında nasıl da mutlu olmuştur. Onun en kendini yansıtan tepkisi bu olmuştur. Tenimde biraz daha deniz, onsuz geçecek bu yılı, yılları daha kolay atlatacağıma inanarak o güzel gülümseyişiyle gülümsemiştir bir de.
