Bir romanı karakter üzerinden analiz ederken ilk ve en önemli uyarı romandaki kurgusal karakterlerin gerçek insanlarla karıştırılmamasıdır. Bu uyarıyı her ne kadar bilişsel olarak kabul etsek de romanı okurken ister istemez bu karakterleri “sevebilir, onlardan nefret edebilir, onları kabullenebilir, taklit edebilir, onlardan etkilenebilir, onları kalbimizde ve zihnimizde taşıyabilir, kendi hayatlarımızı anlamlandırmak istediğimizde onları düşünebiliriz.” [1] İşte bu noktada bizce, Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi romanının çok sayıda okuyucuya ulaşmasının en önemli nedenlerinden biri yukarıda değinildiği gibi okuyucunun romanın başkarakteri Aziz’e olan aşk-nefret (ambivalans) ekseninde birbirine zıt duygularla yönelmesidir. Bu nedenle Aziz karakterinin analizi romanın anlaşılması açısından çok önemlidir.
Aziz, sayılan, kutsanmış, değerli anlamına gelirmiş ya işte Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi adlı iki ciltten oluşan 900 sayfalık romanındaki kahraman işte bu Aziz’lerden biri. Romanda kendi akordunu bulmaya çalışan yalnızlığında yalnız biri olarak görülmesine rağmen ona azizlik verenin ne olduğu roman boyunca belirsiz kalır. Dolayımsız olarak verilmez, ima edilir. Yine de roman boyunca Aziz’in iç dünyasına derin bir yolculuk yapılır. Yan karakterlerin dışında, doğduğu yer, yaşadığı zaman, yaptığı iş göz önünde olmasına rağmen Aziz’le felsefi ve tasavvufi bir derinliğe adım atarken, onun hangi düşünce ve içsel süreçlerden geçtiği, hangi deneyimlerden derin iç görüleri topladığı görülür. Yazarın mekanik bir saat tamir ustası olması dolayısıyla olacak ki dış dünyada normal akışıyla işleyen zamanın anlarını/şimdilerini Aziz’in iç dünyasını genişlettiğini, zamanı mekanik, çizgisel olarak yaşamadığı, çağrışıma dayalı algıladığı fark edilir. Buralarda adeta Bergson’un tanımlamaya çalıştığı akan zaman içinde bir yırtılma vardır. Bu bir “kesinti ritmi kendi içinde bir zamansal delik, negatif bir sonsuzluk zamanın içinde ve zamana ait bir kriz haline gelir. Saf durée’den başka bir şey değildir.” [2]
Biçimsel olarak saat imgesine bağlı mekanik bir görünümde işleyen Aziz’in zamanı/yaşamı içerik olarak oldukça inişli çıkışlıdır. Burada biçim ile içerik arasında yarık, boşluk görünümü herkes gibi onun yaşamına da hâkimdir. Aziz’in biçimsel yaşamına göz atarsak, o, çocukken dağda çobanlık yapar. Hayvanların anlam ve değerden uzak kaygı duymadan doğal hareketlerini huşu içinde izlenmeye değer buluyor, çiçeklere hele mor açan çiçeklere hayranlık duyarken bunun nedenini sorgulamıyor. Onun varlığa karşı yönelimleri herhangi bir amaçtan uzak öylesine kendiliğinden gelişiyor. Aziz’e “dünya nedir?” [3] diye sorulduğunda cevabını veremiyor. Çünkü varlığın ve yaşamın ne’liğinin, mahiyetinin bu sorusuna karşı Aziz teorik değil pratik olarak cevap arıyor. Her şeye dokunmayı, her şeyin, taşın, toprağın, salyangoz kabuğunun, ıslak odun parçasının bile illa tadına bakmayı istiyor. Kedi elini yalarken seyrettiğinde bile kendinden geçiyor, bütün çığlıklarını içinden atıyor. Aziz’in bu davranışının altında varlığın bilgisi hakkında üzerine düşünme yoktur, varlıkla diyalogla ortaya çıkacak deneyimsel bir içe doğuşu amaçlayan bir bilgiyi elde etmektir. Aziz’in bilgisi. Bu yönüyle Aziz, varlık ve yaşam hakkında fenomenolojinin hedefi olan deneyime dayalı dolayımsız bilginin peşindedir. Fenomenolojik yaklaşımın “ilk amacı dolaysız deneyimimizin kapsamını genişletmek ve derinleştirmek”tir. [4] Böylesine bir bilgi Heidegger’in ortaya gibi Da-sein alanında, ortaya çıkar. Burada “ Sein (oluş) ve da (orada) sözcüklerinden oluşan Dasein insanın orada olan varlık olduğunu gösterir ve ayrıca orada olduğunu bilebileceği ve bununla ilgili bir duruş alabileceği anlamında bir “oraya sahip olduğunu ima eder. Üstelik orası herhangi bir yer değildir. Benim olan özel orasıdır, şu belli andaki varoluşumun mekânı olmanın yanı sıra zamandaki belli noktasıdır.”[5] . İşte böylesi bir bilgi öznel deneyimlere dayalı dolayımsız olduğundan Aziz’in algılayıp, hissettikleri özeldir. Buna rağmen varlığı ve yaşamı bilmenin farklı bir yolunu bulan Aziz diğerlerinin de kendi gibi algılayıp hissettiğini düşünür. Fakat bunun böyle olmadığını görünce de şaşırır.
Aziz’in, varlık ve yaşam hakkında böylesi bir öznel bilgi kaynağına sahip olması hiç de kolay olmamıştır. Çocukluğunun geçtiği aile ortamı oldukça sessizdir, günlük diyaloglardan başka hiçbir konuşmanın duyulmadığı bir aile ortamında büyümüştür. Babası uzun susma oruçları tutar ve annesi de babasının izinden gider. Dolayısıyla Aziz, varlığı ve yaşamı anlamlandırmada hem ebeveynden hem de toplumsal olan ötekinden ve ötekinin söyleminden yoksun kalır. Bu nedenle varlık ve dünyaya ait anlamı ve gerçekliği kendisi hayal ve fanteziyle oluşturmaya çabalar. Bu çabanın sonucunda elde ettiği anlamlara da güvenmez. Çünkü ötekinin alanında bulunmamıştır. Bu nedenle Aziz keşfettiklerini ötekine açmaz. Aziz, görmesi ama göstermemesi, dağa çıkması ama dağı sevdiğini bildirmemesi, herhangi bir sevdiğini ifşa etmemesi, gergin olmadığını bile hissettirmemesi gerektiğini düşünür. Ötekinin söylem ve alanına açılmayan sadece öznel algı ve anlamlarla kurulan bu hayatı Aziz hiç sevmez.
Aziz’in, ötekinin söyleminden uzak dünyayı ve varlığı kendi hayal ve fantezilerine göre anlamlandırmaya çalışması, öznel duyularla keşif etmesi, dünyaya ve varlığa kendi algısıyla gitmesi Fransız Psikiyatr Jacques Lacan’ın kavramlaştırdığı İmgesel alan etkinliğindeki tavır ve davranışlardır. Bu noktada Aziz, hem yaşamı ve gerçekliği kuracak hem İmgesel alanında kurduklarını aktaracak uzlaşımsal dilden yoksundur. Bu nedenle Lacan aydınlanmaya uygun bir şekilde “belli bir bilgiye ulaşmanın yegâne yolunun imgelerden bağımsız olan saf anlama yetisi” olduğunu ileri sürer. [6] İmgesel alanda keşfedilen bilgi ve kurgu gerçekliği ötekinin dünyası olan Simgesel alanda test edemez, yanlışlayamaz. Onun önünde iki seçenek vardır İmgesel alanında elde ettiklerini Simgesel alana taşıyıp bu alanda tökezleyecek ya da Simgesel/toplumsal alandan uzak durarak kendi İmgesel alanından çıkmayacaktır. Bu devrede Aziz’in tabiatı temaşa etmesi aslında öznel algı ve duyumlarından sanrıya düşmemek için İmgesel alandan, Simgesel alana geçiş çabaları olarak yorumlanabilir. Böylelikle o psikolojik diyalektiğin “gerçeklik kutbunun ile düşlem kutbu ile eşit bir düzlemde kurulmasını” [7] sağlamaya çalışır. Yine de Aziz’in ötekiyle özdeşleşme içine girmediği için öznel duyum ve algılarını koruduğu da rahatlıkla söylenebilir. Çocuğunun böylesi bir yaşamı ve varlık alanını anlamlandırma çabasından habersiz olan baba(sı) ömrünün sonlarına doğru en yakınlarıyla bile diyaloğu keser, kendi anladıklarını başkalarının anlamayacağını düşünür. Kendine göre yaşamı oldukça sadeleştirmiş ve dünyadan kopmuştur. Freud, bu şekilde kişinin arzuyu yaşam alanından ve varlıktan çekip kendi ben’ine yönlendirmesine ölüm içgüdüsü adını verir. Baba bunu yaparken Aziz, dünyayı ötekinin söylemine göre anlamlandırmak istemekte ama bu olmayınca kendi içine kapanarak imgesel alanda kalmaktadır. Böyle bir alanda narsis duyumları güçlü olduğundan, Aziz, olumsuzlayan ötekinin bakışında eksikliğini görememekte gittikçe de kendi İmgesel alanında boğulmaktadır.
İşte Lacan’ın kavramlaştırdığı İmgesel alanında kendi imgesinde boğulmamak için, Aziz, ötekinin olumsuzlayan bakışında kendini aynalamak amacıyla evden kaçar. Pek tabii ki bu bilişsel bir nedene dayanmaz burada devrede olan bilinçdışı dinamiklerdir. Bir Melami şeyhi olan Baba’nın yanına yerleşir. Bu noktada Aziz, hem Lacancı kayıp gösteren hem de simgesel baba arayışındadır. Başlangıçta kayıp gösterenin yerine simgesel babayı yerleştirir. Bu gösteren aslında Jacques Derrida’nın kavramlaştırdığı aşkın göster(il)en kavramıdır. Bu noktada aşkın gösterge “bütün diğer gösterenlere anlam kazandıracak bir göstergenin (aşkın gösteren) ve bütün göstergelerin işaret ettiği söylenebilecek temellendirici, sorgulanamaz bir anlamı (aşkın gösterileni)” taşır, farklı dönemlerde “bu rol için çeşitli adaylar-Tanrı, İde, Dünya, Tin, Benlik, Töz, madde- ön plana” çıkmıştır. [8] Bu noktada dilin performatik işleyişinde her gösterilen bir gösterene dönüştüğünden aşkın gösterilen ve gösteren bir varlığı temsil etme sürecinde birbirine dönüşür. Aslında “kayıp bir nesne yoktur, özne onu hayali ya da rüyası dışında bir yerde bulamayacağı için ancak sonradan kayıp olarak kurabilir. Nesneyi hep, zaten kayıp olan bir şey olarak görebilir” [9] İşte bu noktada simgesel baba, İmgesel alandaki hayalleri fantezileri toplumsal alanda düzenleyecek yasa ve yasağın temsilcisidir. Çünkü simgesel bir otorite olan baba olmazsa kişi yasa ve yasağı içselleştiremez, hem imgesel alan duyumları hem de hazla birlikte ortaya çıkacak olan kaygı onu psikotikliğin sınırına yaklaştırır. Bu nedenlerle Simgesel babanın yıprandığı yerlerde kişi Kierkegaard’ın ileri sürdüğü gibi özgürlük kaynaklı bir baş dönmesi sonucu kaygı içindedir. Kierkegaard kaygının, özgürlüğe yöneliş olarak anlaşılması gerektiğini ısrarla savunur. Ona göre “kaygı, ne zorunluluğa, ne de özgürlüğe ait bir kategoridir. Kaygı, karmakarışık bir özgürlüktür” [10] Özgürlük kişiye olmak olanağı tanırken onu kaygıyla yüz yüze getirir. İşte bu kişiler böylesi bir kaygıdan kurtulmak için baba arayışı içerisine girerler. İşte Baba’nın onunla konuşması güçlü olma konusundadır. Çünkü genellikle insanların başına genellikle korktuklarından daha az şey gelir. İnsanı yaşamda tutuk hale getiren korkularının korkularıdır. Baba’nın, Aziz’e “dünyanın eski adı kürre-i esirdir, esirler küresidir” “kaderini de boş ver Azizim insan kaderinden daha güçlüdür” [11] sözleri belirlenen sabit öz/kader karşısında varoluşu, oluşu öne çıkarır. Kaderden ziyade insanın her daim önünde Heidegger’in dikkat çektiği gibi olanaklılığın olduğunu ve insanın bu olanıklığa açılma potansiyeli bulunduğunu hatırlatır. Burada Baba, tarafından Aziz’e İmgesel alan duyum ve algılarını engelleyecek gücünün kendinde bulunduğu ve bunu ortaya çıkarması gerektiği telkin edilir. Daha sonra ise insanlara fazla karışıp suyunu bulandırmaması, müdara etmesi gerektiği öğütlenir. Bu noktada Aziz’e öğütlenen fenomenolojinin ephoke (paranteze alma) ilkesidir. Husserl fenomenolojisi, kişinin varlık ve yaşam bilgisini deneyim sonucu elde etmediğini, öğrendiğini iddia eder. Bu nedenle varlık ve yaşam hakkındaki bilgi güvenilmezdir. İnsan, bir varlık ve yaşam hakkında saf ve güvenilir bilgiye, (fenomene) ulaşması için önceden öğrendiklerini paranteze almalı yok saymalıdır. Dolayısıyla varlık ve yaşam hakkında dışarıdan gelen fakat deneyimlenmeyen her bilgi kişiyi gerçek varlık ve yaşam alanından uzaklaştıracağından öncelikli olan bilgi ve bilgi kaynağından uzaklaşılması gerektiği üzerinde durulur. Romanda bu durum suyun bulanmaması için ötekinin yaşam dünyasıyla mutlak anlamda özdeşleşmemesi imgesiyle verilir.
Burada Baba, Aziz’e kendinin (Azizin) deneyiminin merkezi ve kendisinin de nefes oğlu olduğunu söyler. Fenomenolojik olarak düşünülürse Baba’nın herhangi bir varlık ve durumu deneyimsel olarak dolayımsız bilgiyle algılama yetisini Aziz’de geliştirmek arzusu içinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Tasavvufi bağlamda ise nefes, Mürşidin diriltici nefesidir. Talip bu nefesi iç dünyasına alır ve büyütür. Talibin deneyime dayalı hakikati böylelikle ortaya çıkar. Fenomenolojik bağlamda nefes, Lacancı kavram olarak kişinin psişik dünyasında ilk kayıp gösterenin yerine onun içine atılan ve kayıp gösterenin yerini tutan gösterendir. Bu gösteren iç dünyada sürekli anlamlaştırılmaya çalışılır ve böylece kişinin hakikati yavaş yavaş olmaya oluş haline gelmeye başlar.
Romanın bu bölümünde içsel duygu durumundaki derinleşmeler görünüşe de yansıyor. Örnek olarak Aziz’in saçları kazıtılıyor. Fenomenolojik olarak bu saç kazıtma imgesi, insanın dünyaya atılmışlık nedeniyle varlık ve yaşam hakkında deneyime dayanmayan öncül bilgilerinin yok sayılmasını imler. Fenomenolojik deneyime sahip olmak için doğal tutumda konumlanmış nesnelerden, onların çok çeşitli “görünüş” tarzlarına, “paranteze alınmış” nesnelere doğru çekilmek zorundayız” [12] Tasavvufi bağlamda ise saç kesilmesi herhangi bir bütünlüğe ulaşmayan ve bütünlüğe giden yolda engel teşkil eden kesret/çokluk unsurlarının temizlenmesi anlamına gelir. Burada amaçlanan birlik, bütünlük ve uyum aslında bazı öznel duyum ve algıların yok sayılmasıyla elde edilen kurgulardır. İşte bu ötelenen, bastırılan yok sayılan ve görmezden gelinen duyum ve algıları kesilen saçlar temsil eder. Romanda Aziz’in olgunluğa/oluşa yolculuğunda bir dönem kulaklarına ağır taşlar bağlanır. Kulaklara bağlanan ağır taşlar aslında Baba’nın telkin edilen sözlerinin metaforudur. Bu noktada “ağır” göstereni önemlidir. Çünkü bu gösterenle sadece Baba’nın sözlerinin önemi vurgulanmaz, bu gösteren üzerinde Hegelce düşünülürse, Baba’nın sözlerinin taşıdığı anlam ve değerlerin kişinin yaşam arzusunun üzerine çökme ve onu arzu bakımından hadımlaştırma ve kötürümleştirme ihtimali de ortaya çıkar. İşte Aziz’in buna direnmesi, işittiklerinin bu özelliği karşısında farkındalık geliştirmesi için ağır taşlar kulaklarda asılmalıdır. Bu noktada ağır taşlar bir nevi Baba’nın sözlerinin boşluğunu dolduran ve onları hatırlatacak olan fetiş nesnelerdir.
Baba Aziz’e “İnsan çektirdiği resimlerdir” diyerek insanın “suretinden agâh” [13] olduğu gerçeğini hatırlatır. Bu gerçek aslında gerek Freud gerekse Lacan’ın benlik kuramını hatırlatır. Freud benlik’in birer tortu olduğunu ve tabakalar şekliyle benzerlik gösterdiğini ileri sürerken Lacan benlik’i özdeşleşmeler üzerine kurar. Dolayısıyla da varlık, yaşam ve duruma iştirak bir benlik kurulumuyla gerçekleşir. Bu nedenle her varlığa dokunmak, onun yanında kalmak, onunla bir süreliğine diyaloga girmek veya yanında konaklamak bir benlik edinimidir. İşte zamansal olarak varlığın yanındaki bu duraklamalar romanda resim çektirmek imgesi ve suret göstereniyle verilir. İnsan benlik’i bu zamanla konaklanan ve ardından geçilen varlık diyalogları sonucu oluşur. Fakat bu benlik katmanları veya tortuları zamanla parçalanır, kişinin iç dünyasında çatışmalar meydana getirir. Ego da güçsüz olunca insan bu çatışmanın üstesinden gelemez. Fenomenolojik olarak bu şekilde analiz edilirse de tasavvufi bağlamda kişide çatışan benliklerin, Hakk’ın her bir ismiyle temsil edildiği düşünülebilir. Örneğin romanda Kemal isimli benlik Aziz’in kendine ve dünyaya üzülmeye, dertlenmeye başlaması ile belirir ve yanında yer alır. Aziz, istediğini yapabilecek bir duruma geldiği zaman istek ve arzularının yavaşça solduğunu fark eder. Bu psikanalitik olarak arzuyu nesneden, varlık alanından çekip ben’e yöneltme durumudur. Bu nedenle söyleyebilecekleri varken susmayı tercih eden bir hal içine girer. Ondaki bu sessizlik, arzusuna ket vurma, arzusunu dile getirmeme kaynaklıdır. Aziz, ardından kimsenin kolay ulaşamayacağı bir hatıra bırakmak, varlığını bilip yokluğunda yaşamak zorunda kalacağını hissediyor. Bazen iyi bazen kötü hatıralar bırakarak, nereye gittiğini bilmeden bir yola girdiğini fark ediyor. Tüm bu özellikler Aziz’in, eksikliğini, ölümlülüğünü kabul ettiği anlamına gelir. Aziz, yavaş yavaş insanların genelde direnç gösterdiği, kastre/hadım edildiğini, âlemin merkezi olmadığını kabullenme eğilimi içerisine giriyor. Bazen çatışmalı duyumlar içerisinde bunu kabullenmediği için imgesel alanda tümgüçlülük duyuyor, yaşam enerjisini (libidoyu) varlıktan çelip, kendi ben’ine yönlendiriyor. Zaten Lacan’ın kavramlaştırdığı gerçek, imgesel ve simgesel alan algı ve duyumları, kronolojik olarak yaşanan süreçler değil yaşam boyu iç içe geçen alanlardır.
Romanın ilerleyen sayfalarında Aziz’in, Baba’nın yanından devlet eliyle alınıp Halveti Uşşaki şeyhi Kemalettin Efendi’nin yanına verildiğini görüyoruz. Burada Aziz’in kendi başına üşüşen benlikleri arasındaki çatışmaları bir uyuma kavuşturma çabaları görülür. Daha evvel ona vaat eden Kemal’in karşısına olumsuzlayıcı bir güç yerleşecek, Aziz böylelikle gerçeğin içinde birbiriyle çatışan güçlerin dinamiği olduğunu deneyimleyecektir. Yeni mekânında haraketlilik olmadığından mevcut an, şimdiki zamanın genişlediği görülür. Böyle bir zaman algısı Aziz’e göre akşamı sabahı olmayan bir gündür, uzamaz, kısalmaz. Değişim, hareketlilik olmadığından dün ve iki gün sonranın bir farkı yoktur, geçmiş ve gelecek belirsizleşerek kaybolmuştur. Ve bu aynılığın içinde aynı kaldıkça ancak, Aziz değişebildiğini fark eder. Adeta suda sırtüstü durur gibi bir aynılıkta kaldıkça kıyıların değiştiğini deneyimler ve hisseder. Bu noktada fenomenolojik olarak Aziz kendisini Heidegger’in öznesiz süreç olarak adlandırdığı, yaşamı değiştirmeye müdahale etmeksizin yaşam deneyimin akışına, oluşuna bırakır kendini. Öznesiz süreç Kartezyen öznenin ortadan kaldırılmasına yönelik bir tavırdır. Descartes “Düşüyorum, o halde varım” Cogito ilkesi aslında ‘ben’in düşünüyor olmasına, bir zihin edimi yapılmasına vurgu yapar. Böylelikle düşünen töz (res cogitans) ile maddi töz (res extansa) birbirinden ayrılmaya çalışılır. Hâlbuki düşünmek bir edim (act) değil bir olay (event) dır. İnsan düşünmez, zihinsel süreçlerini yönlendiremeye çalış(a)maz, düşünme insanda meydana gelen bir olaydır. Bu nedenle “düşünüyorum olgusal anamda yanlış bir öncüldür; çünkü düşünce bir edim (act) değil, bir olay; “ben” dediğim biyolojik olayın beyninde geçen daha kısmi bir biyolojik olaydır.” (Tura 2011: 54) Tura burada düşüncenin ‘ben’de meydana gelen bir olay olduğunu kabul eder, tıpkı kalbin çarpması, böbreklerin kalpte bazı moleküleri süzmesi gibi. Bu noktada düşünceyi gerçekleştiren bir ‘ben’ ‘özne’ değildir, düşünce ‘ben’de gerçekleşen bir olaydır. Bu haliyle düşünce bir edim (act), değil bir olay (event) dir. Düşünce tarihi boyunca bu tür “öznesiz süreç fikri yeni değildir aslında. Tasavvuf da dâhil pek çok mistik gelenekte bu fikre yönelik sezgi ya da coşkuları bulmak mümkün” [14] .Tasavvufi bağlamda ise Aziz, bahsi geçen değişmezlikte an’da, an-ı daimde yaşama tavrını sergiler. Geçmiş ve geleceğin gittikçe silindiği anda kişinin zaman algısında sadece an-ı daim vardır. Bu durumda düz bir çizgide kronolojik zamanın ilerlemediği ölçülebilir, zaman içinde Bergson’un düreé (süre) adını verdiği genişliğin sağlandığı görülür. Aslında geçmişteki yaşamış ben, andaki düşündüğüm ben değildir. Geçmiş ve geçmişteki ben an’ın, şimdinin anlam ve değerleriyle kurulur. Gelecek ise henüz gerçekleşmediğinden dolayısıyla da tek an vardır, yani şimdiki zaman. Geçmiş ve gelecek umutsuzlukta yok olur.
Romanda daha sonra Kemalettin Efendi, Aziz’i uzakta bir köye, tanımadığı insanların arasına gönderir. Aziz köyde kendini bir keçi, köpeğinin arkadaşı olarak bulur. Tabiatla iç içe ve ondan biri gibi hisseder. Aziz, tekkeden tabiata yolculukla aşkın (transandantal) bir mekândan, varlığın gerçeğinin bulunduğu içkin varlık alanı olan tabiata inmiştir. Aşkınlık ile içkinlik, hep ile hep hiç arasında bir salınımdadır. Bu salınım yaşamın en küçük anında bile gerek düşünce gerekse psişik olarak insanın yaşadığı, içinde olduğu bir durumdur. Böylesi bir mekânda Aziz’in en çok kaygılandığı durum insanların dikkatini çekmektir. Kendi kendineyken, kendinde varlık konumuna geçtiğinde boşlukta, hiçbir yerdedir adeta. Böylesine bir boşluk duyumu hem hayal ve fantezilerin yüklü olduğu İmgesel hem de yaşam ve dilin kurulumlarının var olduğu Simgesel alanın çöktüğü anlarda deneyimlenir, yaşanır. Bu anlarda boşluğu çevreleyen varlık ve uğraşlar değildir, uğraşları içine çeken vakum boşluktur. Bu boşluk duyumu ve alanı, psişik dünyanın fiilî dünyadan çekilişi, kendi içine kapanışı, içe-çökelişi ve dış dünya ile tüm bağların koparışı sonucunda yaşanır. Bu geri çekilme, Hegel tarafından, doğal çevresine gömülü olan bireyin, doğanın ritmi tarafından belirlenen o ‘hayvanî ruh’un düzeyine doğru bir ‘gerileme’ olarak tasavvur edilse de, Zizek’e göre bu geri-çekiliş, bireyi kuşatan dünya ile tüm bağların atılışı ve de öznenin, dolaysızca karşı karşıya kaldığı doğal çevreye gömülmüşlüğünün sona ermesi anlamına gelir. İşte bu nedenledir ki ‘boşluk’a dönüş “bu geri-çekiliş, tam da bu anlamda düşünülürse, ‘insanlaşmanın’ kurucu jesti” dir. [15] Böylesi boşluk duyumlarından sıyrılmak, çıkmak için Aziz kendi benlikleri ile konuşur, vakit geçirir, varlığa iştirakle boşluk duyumunun üzerinden gelmeye çalışır. Boşluk duyumuyla mücadele eden Aziz her yerde görülüp didinen insan muamelesi görür. Aziz, gönderildiği köyde kendi farkındalığı üzerine çok gitmiş adeta kendi kuyusunda boğulur hale gelmiştir. Bu duygu durumundan kurtulmak için Aziz yeniden varlıkla da ilgilenmeye başlamıştır.
Aziz, köyde yaşamın en tahammül edilemez duyumlarını yaşayıp Gerçek’le yüz yüze gelirken anne ve babası evlerinde çıkan bir yangın sonucu yaşamını yitirirler. Dilsiz orucunda oldukları için hiç yardım istemeden sessizce ölürler. Fenomenolojik olarak yaşamın sonlarına doğru arzusuzluğun getirdiği varlığa uzanma ve onu elde etme isteksizliği romanın bu bölümünde karakterler üzerinden “dilsiz oruç” olarak yüceltilmiştir. Bu şekilde arzuyu varlık alanında çekip kendi üzerine yöneltmek Freud’a göre bir nevi ölüm arzusudur. Dilsiz oruç imgesiyle verilen yüceltme ise hem bastırma olmadan arzunun doyurulması hem de kişinin tahammül edilemeyen çaresizliği karşısında birer savunma mekanizmasıdır.
Daha sonra romanda Aziz’in askere gittiğini görürüz. Ama Baba’nın sözleri hep aklındadır. İnsanlar tarafından farklı algılandığını, rahatsızlığı olan biri gibi göründüğünün farkındalığı içindedir. Ötekinin bakışında bunu yoğun olarak hissettiği anlarda “elbet hastayım, insanım, elbet ruh bütünlüğüm yok, onlarca benim var, elbet deliyim az çok aklım var” [16] iç konuşmasıyla, eksikliği, yokluğu görünür kılan semptomlarıyla özdeşleşebildiği; eksikliğini, faniliğini, güçsüzlüğünü kabul ettiği, fantezilerini ise kat edip geride bıraktığı görülür. Aziz’in ötekinin bakışında, kendinin hasta olduğunu okuması ve bunu kabul etmesini, Hegel’in, Tinin bir hastalık olarak ortaya çıktığı argümanı göz önüne getirildiğinde değişiminin olumlu bir yolda ilerlediği rahatlıkla iddia edilebilir.
Aziz Erzurum’a döndüğünde, sokakta yürürken bir horoz görür. Bu anda aşkın (transandantal) bir deneyim yaşar. Böylesi bir anda “ne nedir bilirim ama inanmam, söylenen ve gezinenler uydurmadır, bunu da bilmem ama inanırım diyerek ötmeye başlar. Ama doğrusu şu ki bir de ben varım, bir de bana bakın, asıl ben varım. Bir de ben varım” der. [17] Böylesine bir aşkın (transandantal) deneyimde Aziz, varlığı soyutlayarak, onun üzerinden kendi algısını aktarır. Bu epifanik aşkın algıda Aziz’in, Lacan’ın Simgesel alanda ayrılma olarak kavramlaştırdığı özneleşme sürecine girdiği görülür. Bu noktada “bir de bana bakın, asıl ben varım” ifadelerinde teorik kuruluma karşı Aziz’in pratik yaşamın içinde deneyimleriyle varoluşunun, oluşunun öne çıktığı, vurgulandığı fark edilir. Aziz yaşam alanında pratik olarak kendi deneyimlerinden, arzularını, otantik ve egzotik duyumlarını fark eder. Romanın bu ilk cildinde, Aziz karakteri üzerinden, insanın özneliğini, öznelliğini ortaya çıkarma gayreti, çocukluk düşünceleri ve hislerini ifade edemeyen bireyin kendini var etme çabası, İmgesel alandan çıkış çabaları, duyumları üzerinde yoğunlaşması, içe dönüşü, hayali fantezi alanını kat etmesinin süreci ve serüveni verilir.
Kıyamet Emeklisi romanının ikinci cildinde Aziz’in Simgesel alanda geriye çekilen sessiz hayatı verilir. Böylesi bir hayatı Aziz planlamaz, adeta yaşam onu nereye sürüklerse Aziz’in o tarafa yöneldiğine tanık oluruz. Artık, Aziz açısından İmgesel alandan Simgesel alana geçiş, dış dünyaya açılış ve varlığa yöneliş başlamıştır. İstanbul’a Erzurumlu olan Nuhu’nun yanına gider, Vakıflar kurumlarından birinde memur olarak çalışmaya başlar. Tevhide isimli bir kızla evlendirilir. Romanın geneline bakıldığında yazar Şule Gürbüz’ün isim sembolizasyonundan yararlandığı görülür. Romanın başkarakterinin adının yaşamda arınmış, kutsanmış olan Aziz olması, evlendiği kızın çokluğu bir etmek anlamına gelen Tevhide oluşu isim sembolazisyonun en bariz örneklerindendir.
Evliliğinde iki çocuğu olan Aziz kendini bütünüyle ne aileye ne de dışa dönük verir. Evlerinde daima çatıya çıkarak oturur, uzun düşüncelere dalar. Çocukluğunda en mutlu olduğu mekânı dağları hatırlar. Burada herkesin kendiyle yüzleşmekten kaçıp ötekinin alanına yerleştiği yerde Aziz bunun tam aksi şekilde davranarak kendiyle yüzleşme zaman ve mekânları var etmeye başlar. Yalnız kalıp kendisiyle sık sık yüzleşir ama eksiklik duyumu hiçbir zaman kaybolmaz. Bu eksiklik duyumu kişinin duyup, algıladığı Gerçek’i dilsel alana taşıyamaması, metafor haline getirememesinin sonucudur. İnsanın ontik yapısında olan eksiklik duyumunun yoğunluğunu Aziz her daim yaşayarak bu eksikliği ortadan kaldırmaya çalışırsa da aslında mutluluk “etik yaşamın ufkunun hemen ötesine” yerleştirilerek “yaşama bir eksiklik sokmuş” tur. [18] Dolayısıyla mutluluğu bulma arayışı yaşamın ötesine geçme isteğini ve arzuyu doğurur. Aziz sık sık yanlış bir yere geldiğini ve bir hayatı değil, ancak çadır kurduğunu, burada yerleşik değil bir ruh göçebesi gibi yersiz ve sapsız sallanır durduğunu duyumsar. Yersiz yurtsuzluk aslında yaşamı dağıtmadan katı olan ırk, din, cinsiyet kimliklerinden sıyrılma deneyimidir. Çünkü bu kimliklerin katı oluşu her ne kadar kişiyi bilişsel olarak tamamlar gibi görünürse de bilinçdışı olarak eksiklik duyumunu daha fazla yoğunlaştırır. Çünkü “majör gösterenin despot kodlama”lara maruz kalmadıklarından “despot majör göstereninden kaçış göçebeler tarafından gerçekleştirilir. Göçebeler yapısalcı dil yapısını (gösteren-gösterilen) yersiz yurtsuzlaşma sürecine tâbi tutarlar” [19] Böylesine bir göçebe tavrı sergileyen Aziz’i evi, eşi ve çocukları da gösterenler dünyasına yerleştiremez Aslında Aziz, öznel ve aşkın deneyim, duyum ve algılarını onlardan saklarken aile hayatı da adeta Aziz’i dış dünyadan gizler. Aziz adeta yaşamdan gizlenmek için evlenmiş aile kurmuştur.
Aziz’in aşkın (taransandantal) algı, duyum ve deneyimlerini anlatmak için söze, kelimeye ihtiyacı vardır. Özellikle kendi içindeki ruhsal aygıtın temsili olan Kayıp Gösteren’i arar. Bu gösterene en çok yaklaştığı sözler ise Baba’ya aittir. Bu nedenle içindeki yangını onun cümlelerinin tutuşturduğunu bilir. Bu yüzden Aziz, Baba’nın sözleri ile yol almaya karar verir. Bu sözler bir an olsun Aziz’in aşkın duyum, deneyim ve algılarını temsil eder, aktarır. Böylelikle Aziz güçlü olduğunu hisseder. İçinde bir tekke kurulduğunu duyumsar çünkü tekkenin kelime anlamı, sırtın dayandığı yer demektir. Psişik dünyasının aktaran söylemini Baba’nın ifadelerinde yakalayan Aziz’in kendini tutukluk haline getiren nevrozun bin parçaya ayrıldığını görür. Baba’nın söylemi yaşam alanında akışkanlığı, geçişliliği ortaya çıkardığından yaşamı düğümleyen nevrozu parçalar.
Dünyaya fırlatılan insan, hazır bulduğu Simgesel alanın kurucularıyla özdeşleşerek öznelliğini ortaya çıkaramaz. Fakat Aziz çetin yollardan geçerek bütün hayat hikâyesini kendine mahsus kılar. Farklı benlikleri olduğunu bilir, bunlar parçalanmış benlik değildir Freud’un ortaya koyduğu gibi geçmişte yaşadığı, iştirak ettiği, özdeşleştiği hayatlardan kalan tortulardır. Aziz psişik dünyasında ve gündelik yaşamında en çok zihnini hareketsiz bırakır, hareket gördüğünde ona saldıracak olan düşüncelerden ve kişilerden kaçar. Başka kötü benlikleri kendine çekmemek için ölü taklidi yapar gibi hareketsiz bir zihinle günlerini gecelerini geçirir. Kendi akordunu, uyumunu bulmak için psişik ve düşünce dünyasını korumak için de ayağını sürüye sürüye gittiği yer bütün dünyaların en tenha yeridir. Burası her şeyin uzağındadır, o acılı tenhalık belki de hiçlik mekânıdır.
Kıyamet Emeklisi’nin kahramanı Aziz, sezmek, anlamak ister, bilmek değil. Böylesine bir bilmek fenomenolojinin ortaya koyduğu kişinin deneyimlerine dayalı olarak sahip olacağı dolayımsız algılama biçimi, içe doğuştur. Aziz, zinciri ve tutan eli birleştirerek öbür tarafa geçmek ister. “Kalbimi keşfetme isteğim var sadece, sadece kalbimi kalp edene kalp olma isteğim” var der. [20] Aziz, kendini terk etmesi gerektiğini aklıyla da gönlü ile de bilir ama terki gerçekleştireceği kıyıyı başlangıçta bulamaz. Romanın sonunda ise Aziz’i kıyıda buluruz.
Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi romanında Aziz karakteri üzerinden insanın varoluş, oluş serüvenini ortaya koymaya çabalamıştır. Yani değer, anlam ve kurumlarıyla hazır bir dünyaya fırlatılan insanın bu dünyayı kuranın yabancılaştırıcı otoritesiyle özdeşime girmeyip kendi kendini bulma hikâyesini yazmaya çalışmıştır. Romanın karakteri Aziz bunu yaparken bir analist gibi bildiği varsayılan özne olarak Baba’yı takip etmiş, dünyayı deneyim ve sezgi yoluyla kavramaya çalışıp egzotik ve otantik duyumlarına ulaşmaya çalışmıştır. Aziz bu çaba içerisinde hayatta kalmanın, belki de yabancılaşmamak için kendini ötekinden korumanın yolunu, kendini ararken her şeyden uzaklaşmada bulmuştur. Belki de kahramanımız birer dilsel kurgu olan yaşamın anlamını bu şekilde bulmuş, hakikatine böyle ulaşmıştır. Böylece travmatik çekirdekle bu şekilde baş etmeye çalışmıştır. Hiç kuşkusuz her insanın yaşam alanında elde ettiği anlam ve kurduğu hakikat özneldir. Nesnel olan ise Şule Gürbüz’ün Kıyamet Emeklisi romanında gösterdiği gibi insanın kendi farkındalığına varması, anlamını bulması ve hakikatini keşfetmesi için yola çıkması, yolda olması gerektiğidir. Bu yapılmadığı takdirde, yani insan kendinden beklediği varoluşa, oluşa açılmadığı zaman kendini amansız bir suçluluğun mengenesinde bulacaktır. Lacan insanın en büyük suçluluğunun arzusunu takip etmediğinde ortaya çıkacağını söylemiştir. Biz de benzer suçluluğun oluşa, varoluşa açılmadığında ortaya çıkacağını söylüyoruz.
[1] Toril Moi, “Karakteri Yeniden Düşünmek” Karakter, Edebiyat Çalışmalarında Üç Soruşturma, çev. Alara Çakmakçı, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul 2024, s. 53
[2] Mikkel Krause Frantzen, Depresyonun Estetiği ve Politikası, çev. Elif Kayurtar, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2024, s. 168.
[3] Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi, C.1, İletişim Yayınları, 1. Bsk, İstanbul 2022, s. 44
[4] Herbert Spiegelberg, Fenomenolojik Hareket Tarihsel Bir Girirş, çev. S. Bayazit, Pinhan Yayıncılık, İstanbul 2021, s. 834
[5] Rollo May, “Varoluşsal psikoterapinin Katkıları”, Varoluş, (Editörler: Rollo May, Ernest Angel, Henri F. Ellenberger), Çev. Ebru Kılıç, alBaraka Yayınları, İstanbul 2024, s.55.
[6] Dylan Evans, Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü, çev. Umut Yener Kara, Turgay Sivrikaya, Isılık yayınları, İstanbul 2019, s. 252
[7] Thomas H. Ogden, Zihin Matrisi / Nesne İlişkileri ve Psikanalitik Diyalog, çev. Anjelika Şimşek, Sfenks Kitap, İstanbul 2022, s. 146
[8] Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı, çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004, s. 165
[9] Bruce Fink, Lacancı Özne, çev. Kemal Güleç, , Encore Yayınları, İstanbul 2020, s. 254
[10] Soren Kierkegaard, Kaygı Kavramı, çev. Türker Armaner, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2013, s. 43
[11] Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi, C.1, İletişim Yayınları, 1. Bsk, İstanbul 2022, s. 136
[12] Edmund Husserl,). “Fenomenoloji ve Antropoloji”, çev. Kasım Küçükalp, Husserl, , Say Yayınları İstanbul 2006, s. 128
[13] Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi, C.1, İletişim Yayınları, 1. Bsk, İstanbul 2022, s. 238
[14] Saffet Murat Tura, Madde ve Mana Rasyonalitenin Kökeni, , Metis Yayınları, İstanbul 2011, s. 54
[15] Slavoj Zizek, Gıdıklanan Özne, Politik Ontolojinin Yok Merkezi, çev. Şamil Can, Ankara 2003, Epos Yayınları, s. 49
[16] Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi, C.1, İletişim Yayınları, 1. Bsk, İstanbul 2022, s. 382
[17] Age, s. 400-401
[18] Jonathan Lear, Mutluluk, Ölüm ve Yaşamın Artakalanı, çev. Banu Büyükkal, Metis Yayınları, İstanbul, 2006, s. 54
[19] Sinan Kılıç, Deleuze-Guattari, Sizoanaliz, Yaratıcı Bir Fark ve Arzu Ontolojisi, Sentez Yayıncılık, Ankara 2013, s. 25
[20] Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi, C.II, İletişim Yayınları, 1. Bsk, İstanbul 2022, s. 289
görsel: Abdurrahman Yıldırım, 12 Eylül 2025