© 2022 Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .

geçmişte bir durak

Kasım 25, 2025
Rabia Yetimova

Paylaş

Bir insanın hayatının aniden değişmesi için özel ya da dramatik bir olay yaşanmasına gerek yoktur. Bazen anlık verilen kararlar, önemsiz ve küçük görünen şeyler, hayatı düşünülenin aksine çok daha güçlü bir şekilde sarsar. Tıpkı Elif’in, on dört yaşında rastgele bir günde geçirdiği bir kaza nedeniyle hayatının tamamen onun kontrolünün dışında değişmesi ve bir anda yetişkin olmak zorunda olması gibi.

Yağmur damlalarının şiddetle cama çarparak çıkardığı kuvvetli sesler ile gün içinde daldığı altıncı uykusundan uyandı. Şu üç günde, hayatından kaçış yolu olarak gördüğü tek şey uykusuydu. Sanki bundan daha birkaç gün öncesine kadar on altı yıl boyunca uyumamış gibi.

Salonda, uzandığı koltuktan yavaş yavaş doğruldu. Pencereden, sevdiği bu havayı izlemeye başladı. Yağmur damlaları sanki ona bir şey anlatmak istercesine cama hızla çarpmaya devam ediyordu. Anlatıyordu ve hatırlatıyordu da. Yine böyle, havanın kapalı olduğu günlerde, özellikle bu pazar gününe denk geliyorsa, annesi onlara hızlı bir şekilde sıcak bir duş almalarını söyler, sobayı iyice harlar ve kara demlikte güzel bir çay demleyip kahvaltı hazırlardı. Sobanın hemen yanına yer sofrası kurar, kahvaltılarını yaparlardı. Babası, geceleri inşaat bekçiliği, gündüzleri ise eski sanatçıların sürekli geldiği çay ocağında çaycılık yapıyordu. Uyumaya bile çok az vakti olan babası, bu sofralara pek katılamazdı. Babasının, annesinin, kız kardeşinin ve kendisinin hep birlikte olduğu bu sofralar onun en büyük hazinesiydi. Gözünü, sobanın olduğu yöne doğru çevirdi. Şimdi o sobanın yerini kalorifer, kurdukları sofranın yerini küçük bir masa alıyordu. Ailesiyle yaşadığı o güzel ve mutlu anıların şimdi ona çok uzak olması gerçeği ile gözlerinden yaşlar hızla dökülmeye başladı. Gözyaşlarını silmeye hiç gücü yoktu. Hayat ondan bazı şeyleri acımasızca almış ve değiştirmişti.

Üç gün önce komadan çıkıp, haddinden fazla ve epey ağırlaşmış göz kapaklarını yavaş yavaş araladığında ilk gördüğü kişi, onunla on altı yıl boyunca ilgilenmiş olan hemşireydi. Başını, etrafta ailesinden birini görmek için çevirdi fakat ailesinden hiçbirini odada görememişti. Hemşire, Elif’in uyandığını görüp heyecanla doktora söylemek için odada onu yalnız bırakmıştı. Elif, neden burada olduğunu, nasıl buraya geldiğini hatırlamıyordu. En son ne yapıyordu? Hafızasını zorlamaya çalıştı. Dün müzik projesine çalışmak için Avcılar Kültür Merkezine giderken bindiği otobüsün kaza yaptığını hatırladı. Doktor ve hemşire yanına geldiğinde ailesinin nerede olduğunu sordu. Doktor, Elif’i muayene ederken, kız kardeşine haber verdiklerini, birazdan burada olacağını söyledi ve Elif’in rutin kontrollerini yaptıktan sonra odadan çıktı. Hemşire ise hala odadaydı. Elif, hemşireye kız kardeşinin daha on yaşında olduğunu, hastaneye bu nedenle tek başına gelemeyeceğini söyledi. Hemşire, sanki bir şey söylemek istiyor da söyleyemiyor gibiydi. Gözlerinde acıma ve mahcup olmuş bir bakış vardı. Hemşirenin bu tavrı Elif’i endişelendirmişti. Dün kaza olmadan önce, evden annesinin “Kızım, İrem ile buluşunca çaldır beni. Dalgın dalgın yürüme, dikkat et kendine.” sözleri ile annesini öperek, otobüsü kaçırmamak için hızlı bir şekilde evden çıkmıştı. O gün annesi, kardeşini okula götürecekti. Ondan sonra da bildiği kadarıyla başka bir planı yoktu. Annesi, kız kardeşi ondan dört yaş küçük olduğu için onun tek başına dışarı çıkmasına izin vermezdi. Nasıl olur da kız kardeşi yalnız gelebilirdi. Dün kazayı geçirmeden önce ailesinin başına kötü bir olayın gelmiş olması ihtimalinden korkmuştu. Hemşire hiçbir şey demeden odadan çıkmıştı.

Bir süre sonra, odanın kapısı açıldı. İçeri yirmili yaşlarının ortasında, kumral dalgalı saçlı, açık kahverengi gözlü, orta boylarda, onun güzel olarak tanımlayabileceği bir kadın geldi. Gözleri birbirine değdiğinde, bu yabancının aslında çok tanıdık bir simasının olduğunu fark etti. Genç kadın, gözleri dolarak elini selam verir gibi kaldırdı ve başını hafif yana eğip içindeki bir takım duyguyu bastırmak istercesine gülümsedi. Elif, genç kadın sol elini kaldırdığında, avucunun içindeki karpuz çekirdeği şekli ve büyüklüğündeki siyah lekeyi gördü. Bu…bu tanıdık sima, bu… budoğum lekesi, bu gülüş… kız kardeşi Sıla’ya aitti. Nasıl olurdu bu? Ne anlama geliyordu bu? Fantastik bir dünyanın içine mi düşmüştü? Rüya mı görüyordu? Ondan dört yaş küçük olan kız kardeşi, nasıl ondan büyük olabilirdi? Bir şeylerin mantığını kuramadı o kısacık saniyelerde. Ondan büyük ama küçük kız kardeşi, az önce ağlamamak için gülümseyerek bastırdığı dudaklarını serbest bırakmış, hıçkırarak özlemle “Abla…” diyerek seslenmişti. Cümlesinin devamını getiremeden ablasının boynuna, ağrısının olup olmadığını hiç düşünmeden sıkıca sarıldı. Elif, onun sesindeki tanıdıklığı da duyunca gözlerinden yaşlar süzüldü. “Sen… büyümüşsün,” diyebildi güçlükle. Sonra, kurduğu bu cümlenin saçma olduğunu fark etti. Nasıl bir büyümeydi ki bu, yalnızca gördüğü kadarıyla kız kardeşine etki etmişti. Sıla, Elif’in yatağının kenarına oturdu, ablasının ellerini sıkıca tuttu ve hıçkırıkları yavaşlamaya başladı. Ablasının, onun farkına varmadan değişen yüzüne uzun uzun, hayretle bakıyordu. Onun bu hale gelmesine yıllar içinde her gün şahit olmuştu. Ama onu, bu büyümüş bedeninde canlı olarak ilk kez görmek Sıla’ya tarif edemeyeceği bir duygu hissettirmişti. Elif’i, bu yetişkin haliyle görmek onda böyle bir duygu yaşattıysa kim bilir Elif gerçeği öğrendiğinde ve kendini gördüğünde neler hissedecekti.

Elif, Sıla’ya nasıl olur da bu kadar büyüdüğünü; annesinin, babasının, o gün otobüste birlikte olduğu arkadaşı İrem’in nasıl ve nerede olduklarını sordu. Sıla, ablasına tüm gerçekleri yavaş yavaş anlatmaya başladı. O otobüs kazası tam on altı yıl önce olmuştu. Elif, on altı yıl boyunca komada kalmış ve şu an otuz yaşında bir genç kadın olmuştu. İrem olay yerinde vefat etmişti. Annesini ve babasını ise bir sene önce Kahramanmaraş’ ta amcasının cenazesine giderken 6 Şubat depreminde kaybetmişlerdi. Elif, duyduğu hiçbir cümlenin, hiçbir kelimenin gerçek olabileceğine inanamıyordu. Uyandıktan sonra yıllardır sevdikleri ile yaşanmamış bir hayatın özleminin olduğu o büyük ve ağır duygularla sessiz bir şekilde hıçkırarak ağlamaya başladı.

Uzandığı koltuktan kalktı, mutfağa doğru ilerledi. Duvardaki saate baktığında kız kardeşinin işten gelmesine yaklaşık bir saat vardı. Onun için yemek yapmaya karar vermişti. Buz dolabını açtığında gerekli malzemeler yoktu. Sıla, evden çıkarken masanın üzerine elinde nakit para olmadığı için banka kartı koyduğunu, bir şey isterse kartı kullanmasını söylemişti. Masanın üzerindeki kartı aldı. Bu kartla nasıl alışveriş yapacağını bilmiyordu. 2008 yılına kadar hiçbir zaman ne annesi ne de babası kartla alışveriş yapmamıştı. Kartı nasıl kullanması gerektiğini, içinde ne kadar paranın olduğunu bilmiyordu. Tüm bu düşünceleri bir kenara bıraktı, markete gittiğinde kasiyerden yardım isterdi nasılsa. Kardeşinin, ona aldığı montu giydi. Anahtarını aldı ve kapıyı kilitleyip evden çıktı. Hastaneden üç gün önce taburcu olmuştu. Eve geldiğinden beri ilk kez dışarı çıkıyordu. Oturduğu sokak, mahalle, şehir her yer çok değişmiş ve ona yabancı gelmişti. Oturduğu binanın biraz ilerisindeki markete girdi. Manav bölümüne geldiğinde aldığı poşete dört beş tane salatalık koydu. Fiyatına bakmak için kafasını kaldırdığında reyondaki aynadan kendisini gördü. Hala alışamamıştı yeni bedenine. Bu yüzden aynalardan kaçmaya çalışıyordu; yüzünü yıkarken, saçını tararken, kıyafetini giyerken… Ama burada kaçamamıştı işte. Ne var ki, zaten hayatta kaçınılan her şey istemeden insanın peşinden gelirdi. Bir süre öylece kendine bakarken bir kadın, Elif’in biraz kayması için müsaade istedi. Elif kendini toparladı ve salatalığın fiyatına baktı. “30 lira mı!” dedi sesli bir şekilde şaşkınlığını gizleyemeyerek. Yanındaki kadının ona, garip bir şekilde baktığını görünce utanarak gülümsedi ve kadına “Abla bu fiyat, salatalığın fiyatı değil, değil mi?” diye sordu. Kadın, önce aynadan kendine baktı, daha sonra Elif’e dönerek başını ellerinin arasına aldı ve üzgün, mahcup bir sesle “O kadar büyük mü duruyorum. Tamam, yakın bir zamanda doğum yaptım, bakımlarımı ihmal etmiş olabilirim ama…” Elif kadının ne demek istediğini anlayamadı. Kadın susmuştu, elindeki salatalık doldurduğu poşeti reyona bırakıp, Elif’in sorduğu soruyu yanıtlamadan marketten çıkmıştı.

Elif, alışverişini kasiyerin yardımı ile tamamlayıp binaya girdi. Evden çıkarken kapıyı kilitleyip anahtarı kapının üzerinde bıraktığını gördü. Dalgın biriydi, küçükken de hep böyleydi. Annesinden, sürekli bu dalgınlığı hakkında nutuk dinlerdi. Kapıyı açtı ve bu sefer anahtarı aldığından emin oldu. İçeri girip akşam yemeği için yemek yapmaya başladı.

Akşam saat sekiz buçuk olmuştu. Sıla eve gelmiş, birlikte akşam yemeğini yiyorlardı. Gününün nasıl geçtiğini sordu ablasına. Elif, Sıla işe gittikten sonra gün içinde uyku bastırdığı için gününün yarısını uyuyarak geçirdiğini söyledi. Ablasının, aslında gün boyu neden uyuduğunu biliyordu. Elindeki çatalı bırakıp ablasının elini tuttu “Abla, taburcu olduğun günden beri ne yaptığını sorduğumda aynı şeyi söylüyorsun. Bunu sana nasıl diyeyim bilmiyorum ama…” duraksadı, bir nefes alıp devam etti “…gözlerini kapatman, bunu bir kaçış olarak görmen, hiçbir şeyi değiştirmez. Gözlerin kapandı diye hiçbir şey silinip gitmez. Bu bir yana, böyle yapmaya devam edersen eğer gözlerini bir sonraki açışında kendi hayatın için her şey daha da kötüleşir.” Sıla, ablasını bu söylediği cümlelerle üzdüğünü düşündü. Tekrar konuşmaya başlayacakken Elif onu durdurdu, kardeşinin ellerini tuttu. Gözleri dolmuştu ve gülümseyerek “Haklısın, kaybettiğim zaman çok üzücü. Seninle, annemle, babamla, sevdiklerimle geçiremediğim; hayallerimi gerçekleştirmek için önümde olan yılları kaybettiğimi düşündükçe içimi lime lime eden o duygular ruhumu ve bedenimi hapsediyor. Kabullenmekte zorlandığım bu gerçeklerden kaçmak için de uyumayı, bir kaçış yolu olarak gördüm.” Gözlerinden akan yaşı silerken hem ağlıyor hem de gülüyordu. Sonra devam etti konuşmasına “Seni anlıyorum, haklısın. Seni, böyle yaparak üzdüğümün de farkındayım. Özür dilerim. Ama artık benim için endişelenmene gerek yok. İyi olacağım, iyi olmaya çalışacağım.”

O gün kardeşiyle yaptığı konuşmanın üzerinden iki ay geçmişti. Elif bu süreçte uzun zaman uzak kaldığı bu dünyanın ne kadar büyük ve uçsuz bucaksız olduğunu hatırlıyor, yeni deneyimler kazanıyor, teknolojinin dilinden anlamaya çalışıyor, otuz yaşındaki Elif’i tanımak için kendisine zaman ayırıyordu. Saat üç buçuktu. Pazar günü olmasına rağmen Sıla işteydi. TRT Çocuk kanalında yeni başlayacak olan çizgi film için karakter oluşturuyordu. Kız kardeşi bu geçen on altı yıl boyunca, on yaşında kurduğu hayallerini gerçekleştirmiş, istediği mesleği yapıyordu. Şimdi sıra Elif’teydi. Sıla yoğun çalışmasından dolayı ablasına pek zaman ayıramasa da ona çok destek oluyordu. Ablasının, hayata geç kalmış gibi düşünmesini istemiyor, eğer çalışmak istiyorsa bunu sevdiği işle yapmasını sürekli söylüyordu. Elif sahile gitmek için çantasını hazırlıyordu. Son olarak çantasına defterini ve kalemini koydu. Kabanını ve ayakkabısını giydi, atkısını boynuna sardı, kapıyı kilitledi, anahtarı aldı ve binadan çıktı. Hava tam sevdiği gibiydi. Kapalı, bulutlu ve hafif rüzgarlıydı. İnsanı üşütecek kadar soğuk değildi. Otobüs durağına doğru giderken sokağın başında gelin alma merasiminin olduğunu gördü. Bir sürü insan vardı. Kalabalık ortamlardan kendisini bildi bileli hiç hoşlanmazdı. Bu yüzden oradan geçmek istemedi ve geriye dönüp arka sokaktan durağa vardı.

Elif, sahile gelmişti. Ortaokuldayken arkadaşı İrem ile birinci oldukları müzik yarışmasında onları zirveye taşıyan “Mavi Kenar” adlı şarkıyı da burada, bu sahilde yazmıştı. O gün, o şarkıyı yazdığı yere oturmak istiyordu. Bu yüzden etrafına hızlıca bir göz gezdirdi. Daha sonra çantasından defterini çıkarmaya çalışırken bir şeye çarptı. Kafasını kaldırdığında çarptığı şeyin uzun boylu, koyu kahverengi saçlı, hafif sakallı ve yeşil gözlü, otuzlu yaşlarında bir adam olduğunu gördü. Adamın kulağındaki kablolu kulaklık çıkmış, Elif’in defteri ise yere düşmüştü. Elif özür dileyip defterini almak için eğildiğinde adamın hiçbir karşılık vermeyip kulağından çıkan kulaklığın, kulaklık girişini telefonuna bağlamadan cebine koyup kulaklığı tekrar kulağına takıp gidişini izledi. Adamın yaptığı bu davranışa anlam veremedi ve neden müzik çalmayan boş bir kulaklığı taktığını merak etti. Yere düşen defterini alıp biraz ilerledikten sonra oturmak istediği kayalıkları buldu.

Defterini nazikçe dizinin üstüne koydu. Bu defter ona annesi tarafından verilen en özel hediyeydi. Elif, on iki yaşında başlamıştı şarkı sözü yazmaya. Evde aklına gelen her şarkı sözünü, ilhamını kaybetmeden eline geçen bulduğu ilk yerlere yazardı; peçeteye, buğulanmış cama… O zamanlar hayali, ünlü bir şarkı sözü yazarı olup en yakın arkadaşı İrem ile bir müzik şirketi kurmaktı. Sesi yazdığı şarkıları seslendirecek kadar ne iyi ne kötüydü. Bu nedenle daha on iki yaşında yazdığı elliden fazla ve daha nice yazacağı şarkı sözlerini, müzisyenlere ve şarkıcılara ulaştırarak insanlarda iz bırakmasını istiyordu. Zaten günlük hayatta insanların ağzında doğan her söz, bir başkasının kulaklarında ölüyordu. Şarkılar, şarkı sözleri onun için öyle değildi. Annesi, kızının bu hayalini biliyor ve destekliyordu. Aklındakileri yazmak için telaşlanan kızına, elinin altında olması için kalemiyle birlikte bu defteri almıştı. Bu defterin farklı bölmeleri de vardı. O zaman için bulunması büyük bir nimet olan bir defterdi bu. Defterdeki bu bölmelere ise eşsiz olduğunu düşündüğü ve sahip olduğu küçük objeleri koyardı. Gökyüzüne baktı. Gözlerini, bir süre öylece kapattı; kendini, denizi, rüzgarınsesini dinlemeye başladı. Kalbinden, aklından geçen her şeyi yazdı defterine.

Eve dönmek için sahilin önündeki durağa geldi. Durak kalabalıktı, bu yüzden ayakta direniyordu. Yanında duran bir adamının telefon ekranının parlaklığı çok açıktı. Dikkatini oraya verdi. Adam, sosyal medya denilen yerde geziniyordu anlaşılan. Hızlı hızlı bir yukarı, bir aşağı kaydırıyordu kısa videoları. Elif de adam ile birlikte izliyordu bu videoları. Sonra yaptığı şeyin ayıp olduğunu düşündü ve caddeyi izlemeye koyuldu. Tam o sırada adamın telefonundan erkek bir şarkıcının söylediği, kısa da olsa sözleri ve melodisi ruhuna işleyen bir şarkı duydu. Uyandığından beri hiç şarkı dinlememişti. Çünkü kendisini hazır hissetmiyordu. Evet, şarkı dinlemek için kendisini hazır hissetmesi gerekiyordu. Hangi tür olursa olsun dinlediği ve dinleyeceği hiçbir şarkıya kötü ruh halini yansıtmak istemiyordu. Ona göre her şarkının hatırası vardı. Tekrar tekrar o şarkıları dinlediğinde, aklına yalnızca güzel ve iyi şeylerin gelmesini istiyordu. Bu yüzden kötü ruh halinin o şarkılara yapışmasından kaçınıyordu. Kendisini, mutlu ve iyi hissettiğinde dinliyordu. Yanındaki adama dönerek “Abi kusura bakma, az önce telefonunuzda çalan şarkının adı neydi? Söyleyebilir misiniz acaba?” dedi. Adam, Elif’e tuhaf, hızlı ve sinirli bir bakış attı. Telefonunu kapattı ve durağa gelen otobüse bindi. Elif ne olduğunu anlayamamışken bir anda kendine geldi. Markette yaşıtı olan kadına abla demesi gibi, yine yaşıtı gibi görünen bu adama abi demişti ve yine sorusuna cevap alamadan karşısındaki kişi gitmişti. Hala otuz yaşında olduğu gerçeğine pek alışamamıştı.

Otobüsten, yürümek istediği için birkaç durak erken indi. Yürüdüğü işlek caddenin kaldırımı iş çıkış saati yaklaştığı için kalabalıklaşmıştı. Otobüsten erken indiğine pişman olarak yürümeye devam etti. Biraz ilerlediğinde bir kozmetik mağazasının açılışının olduğunu gördü. Mağazadan, ellerinde bir sürü poşetle çıkan kadınların “Yüzde elli indirime iyi denk geldik, iyi alışveriş yaptık” dediklerini duydu. Mağazaya girdi, birkaç kırışıklık karşıtı krem, biraz beyazlamaya başladığını düşündüğü saçları için saç boyası ve makyaj malzemesi alıp mağazadan çıktı.

Kardeşi işten gelince sofraya oturdular. İkisi de gününü nasıl geçirdiklerini anlattılar. Elif, Sıla’ya eve gelirken durakta duyduğu o şarkıyı, hatırladığı kadarıyla mırıldanmaya başladı ama dinlediği ile mırıldandığı arasında hiçbir benzerlik yoktu. Sıla ablasının şarkıyı hatırlamak için gösterdiği çabaya gülerken Elif ise bu çabasından artık vazgeçti.

Bulaşıkları yıkamak için mutfağa geçtiklerinde Sıla, haftaya pazar günü izinli olduğunu ve uzun zamandır yurtdışında olan Türk şarkıcı aynı zamanda müzik yapımcısı olan Ali Yalçınkaya’nın İstanbul’da bir konseri olduğu için buraya geldiğini söyledi. “Kalabalık ortamları, kalabalıkta olan etkinlikleri sevmediğini biliyorum abla ama ben çoktan biletleri aldım” dedi Sıla. Elif, tam karşı çıkmak için ağzını açtığında ablasına müsaade etmedi, başını hafif yana eğerek “Ne yapayım abla, bilet kalmayacaktı. Ben de aldım işte. Şu bulaşıkları halledelim dinleteceğim sana. O zaman da itiraz edersen daha da ısrar etmeyeceğim” diye devam etti.

Bulaşıkları yıkamayı bitirdiklerinde salona geçtiler. Sıla kocaman televizyondan şarkıları ablasına dinletti. Her şarkıyı açışında ablasının yüzüne bakıyordu. Elif ise sadece “Vay!” diyerek dinlediği tüm şarkıları çok beğendiğini belli ediyordu. Ablasının tepkileri onun çok hoşuna gitmişti. Elif, albümü baştan sona keyifle dinlerken, çalan altıncı şarkıda yüz ifadesi değişti. Elif otobüs durağında dinlediği şarkıyı bulmuştu. Oturduğu koltuktan heyecanla kalkıp işaret parmağını televizyona doğru yönelterek Sıla’ya döndü “Bu işte bu, mırıldanıyordum ya sana. Bak o mırıldandığım buydu işte. Tesadüfe baksana” dedi. Sıla çok sevindi. Hem ablasının sevdiği şarkıyı bulmasına hem de eski neşesini yavaş yavaş kazanmasına. “O zaman konsere gidiyoruz değil mi abla?” dedi. Elif tekrar koltuğa otururken “Evet” dedi.

Sıla uyumuştu. Elif ise şarkıları dinlemeye devam ediyordu. Bu şarkılar, öyle basit ve gelişi güzel yazılmış şarkılar değildi. Şarkı sözleri genellikle kişisel mücadeleler, özlem, pişmanlık gibi duyguları barındırıyordu. Her bir şarkının sanki aynı hikayesi vardı. Sosyal medyayı kullanmayı bu iki ay içerisinde biraz da olsa öğrenmişti. Kız kardeşinin ona aldığı telefonu haberleşmek dışında kullanmak hiç aklına gelmiyordu. İlk kez farklı bir amaç için kullanacaktı telefonunu. Orta sehpanın üzerinden telefonu aldı, interneti açıp arama motoruna adamın adını yazdı. Çıkan sonuçlarda gördüğü fotoğrafların çoğunda iki kişi vardı. Adamın tek çekildiği fotoğrafın üzerine tıkladı. Bir yerden tanıdık geliyordu ona bu adam. Nerden tanıdık gelebilirdi ki, otuz yıllık hayatının yarısından fazlasını yaşayamamıştı zaten. Bir süre öylece düşündü. Hatırlamıştı, bugün sahilde çarpıştığı boş kulaklık takarak gezen adamdı bu. “Hangi müzisyen boş kulaklık takarak sahilde yürüyüşe çıkar ki?” diye geçirdi aklından. Adam, onda iyice merak uyandırmıştı. Arama motoruna bu sefer de adamın yaşam öyküsünü arattı. Belki onun müziğe bakış açısını anlayabileceği bir şey bulabilirdi. Ama adamın, müziğinde kendine özgü oluşturduğu tarzı hakkında hiçbir bilgiye ulaşamadı. Bir an için kendi yazdığı şarkıları düşündü. Adamın ve kendisinin yazdığı şarkılar arasında, dinleyiciye verdiği duygu bakımından çok fark vardı. Elif daha iyimser yaklaşıyordu müziğe. Bir nevi uyku gibi, şarkıları da yaşanan kötü anlardan bir kaçış yolu olarak görüyordu. Acaba kariyerinde böyle başarılı olmuş birine kendi yazdığı şarkıları gösterse ve bir iş birliği yapsalar ortaya nasıl bir şey çıkardı, diye düşünmeden edemedi.

Konser gününün gelmesi için gün saymıştı Elif ve nihayet o gün gelmişti. Sıla izinli olduğu için tüm gün evde birlikteydiler. Küçükken annesinin öğrettiği ve oynamaktan zevk aldıkları “dokuz taş” oyununu oynadılar, film seyrettiler, sohbet ettiler… Saatler böylece su gibi akıp geçti. Şimdi ise konser için hazırlanıyorlardı. Elif, pembe rengini çok seviyordu. Bugün de küçük çiçek desenli, toz pembe, kalın, dökümlü bir elbise giymişti. Elbisesinin beli lastikli olsa bile belinden düşüyordu. Çekmeceden kemer almak için ilerlediğinde, komidinin üzerinde duran defterini gördü. Geçen hafta “Kariyerinde böyle başarılı olmuş birine yazdığım şarkıları göstersem ve bir iş birliği yapma fırsatı yakalasam, ortaya nasıl bir şey çıkardı acaba” diye düşündüğü düşünceler geldi aklına. Ona göre bu, biraz uçuk ve hayalperest bir düşünceydi. Ama belki konser sonrası adamla konuşmak için fırsat yakalayabilirdi. Her ihtimale karşı defterini yanına aldı.

Elif ilk kez konsere geldiği için kız kardeşinin sözünden çıkmıyordu. Konser açık alanda olacaktı. Sıla, ablasına konserin kalabalık olacağını, bu yüzden evden erken çıkarlarsa rahat edeceklerini söylemişti. Konser alanına vardıklarında her ne kadar erken gelseler de yine onlar gibi düşünen bir sürü insanın olduğunu gördüler. Sahneye yakın olan kısım dolmuştu. Ortaya doğru geçip konserin başlamasını beklediler.

Ali, büyük alkışlar ve tezahüratlar eşliğinde sahneye çıkmıştı. Elif, Ali’yi sahneye ilk girdiği an gördüğünde kalbi hızla atmaya, kulakları ve yanakları ısınmaya başladı. Elleri terliyor ve bacakları da titriyordu. Bedenindeki bu değişikliğin sebebini anlamış değildi. “Sanırım şekerim düştü” dedi kendi kendine. Konser boyunca Ali’yi dikkatle izledi. Söylediği şarkılardan, tepkilerine bakarak onun hakkında birkaç ipucu yakalamaya çalıştı. Şu an sadece gözlemleyebildiği kadarıyla onun hayatını, müziğe yaklaşımını anlamaya çalışıyordu. Ancak bunun doğru bir yol olmadığını biliyordu. Tıpkı diğer insanların onu algılamasının, kendisinden ibaret olmadığı gibi diğer insanları da nasıl gördüğü onların kim olduklarının bir yansıması değildi. İşte bu yüzden onu gerçekten tanıyarak anlamak istiyordu. Ali’yi ona çeken bir şeyler vardı ama tam olarak ne olduğunu anlamlandıramamıştı.

Konser bitimine yaklaşırken Elif, Ali Yalçınkaya’nın menajeriolduğunu düşündüğü kişinin, telefonla konuşarak konser alanının dışına doğru yürüdüğünü gördü. Menajeri olduğunu düşünüyordu çünkü geçen hafta telefonda Ali Yalçınkaya’nın adını arattığında, onun sözleşme imzaladığı her fotoğrafta bu adamı da görünce aklına direkt menajeri olduğu fikri gelmişti. Elif, gözleri ile adamı takip ederken hızlı bir şekilde kız kardeşine birazdan geleceğini söyledi ve çantasını alıp adamın peşinden gitti. “Affedersiniz…” diye seslendi adamın arkasından. Ama duymamıştı. Konser alanından gittikçe uzaklaşınca tekrar seslendi “Affedersiniz…” Adam irkilmişti, hemen sesin geldiği yöne doğru döndü. Arkasına baktığında nefes nefese kalmış kadını gördü. Telefon konuşmasını sona erdirdi. Elif, o sırada nefesini düzene sokmaya çalıştı. Konuşmasına “Merhaba, ben Elif Yıldırım. Konser çok güzeldi. Ali Bey’in performansı harikaydı. Keza şarkılar, ses, sahne tasarımı da öyleydi. Elinize, emeğinize sağlık” diyerek başladı konuşmasına. Utanmıştı ve asıl konuya nasıl geleceğini bilmiyordu. Adam, konserden keyif aldığına memnun olduğunu söyledi ve teşekkür etti. Elif gülümsedi, heyecanını bastırmaya çalışarak; şarkı sözleri yazdığını, hayalinin ise yazdığı bu şarkıların bir müzisyen tarafından seslendirilmesi olduğunu ama uzun bir süre komada kaldığı için bu hayalini gerçekleştiremediğini söyledi. Sonrasında, komadan uyandıktan sonra ilk dinlediği şarkının Ali Yalçınkaya’ya ait olduğunu, onun yazdığı şarkılardan çok etkilendiğini ve onunla bir iş birliği yapmak istediğini belirtti. Adam, bunun mümkün olmayacağını çünkü Ali’nin kısa bir süre sonra tekrar yurt dışına gideceğini ve buraya sadece bu konser için geldiklerini söyledi. Elif hayal kırıklığına uğramıştı. Sıla’nın Ali Yalçınkaya için söylediği şeyler geldi aklına. Uzun süredir zaten yurtdışında yaşıyordu. Müzik şirketi ise oradaydı. Bu bilgiyi atladığı için kendisine kızdı. Ama hayalleri için hemen pes edip “Peki” diyerek geri dönmeyecekti. Çantasından, annesinin aldığı şarkı sözü defterini çıkardı “O zaman ben size yine de şarkılarımı yazdığım defteri versem olur mu? Bu defteri ona verebilir misiniz? İçinde telefon numaram yazılı.” dedi ve defteri adama verdi. Adam ne yapacağını bilemeyerek defteri aldı. Karşısındaki kadının hayat hikayesinidinledikten sonra onu kırmak istemedi. Normalde böyle ayak üstüyapılan, yapılmaya çalışılan iş birliklerinden hoşlanmazdı ama bu kadını kırmak istemedi işte. Menajer müsait bir zaman diliminde defteri Ali’ye teslim edeceğini ve olumlu veya olumsuz olsa dahi geri dönüş yapacağını söyledi. Elif teşekkür etti ve kardeşinin yanına dönerken hem cesaretine hem de onun için bu kadar önemli olan defteri verdiğine inanamıyordu.

Konser bitmişti. Ali kulisteydi. Menajeri Ömer geldi. Hiçbir şey söylemeden elindeki defteri ortadaki masaya koydu ve tekli koltuklardan birine oturdu. Ali, masaya doğru ilerledi. Masanın üzerindeki defteri aldı ve defter kapağının üzerinde yazan yazıyı tekrar tekrar okudu. Bu defter, üstünde yazan bu cümle onu, on altı yıl boyunca vicdan azabı yaşamasına sebep olan o güne götürmüştü. Şu yaşadığı zamanın her bir saniyesi, birinin hayatına yanlışlıkla müdahale ederek mahvedeceğini düşünme korkusuyla geçmişti. Bu yüzden her ne kadar sosyal bir meslek yapıyor gibi görünse de aslında insanları hep kendinden uzaklaştırıyordu. Annesinin dediğine göre hayatta kalmak için insanlarla iletişim kurmak zorunluydu. Ali bu zorundalığını müzik ile törpülüyordu. Yaptığı konserler dışında insanlardan kendini elinden geldiğince soyutluyordu. Müzik, onun için çocukluğundan beri duygularını en özgür bir biçimde ifade etme yoluydu. Sözler ifade etmese enstrümanlar vardı. Ona göre dünyada ses çıkaran her şey, duyguları ifade edebilecek bir araçtı. Bu yüzden o kazadan sonra kendini iyice müziğe vermişti. Mutlu olduğunda gülümsemek, üzgün olduğunda ağlamak gibi en insani eylemleri göstermeyi ise kendinde hak olarak görmüyor, onları saklıyordu. Tamamen içine kapanmıştı. Nitekim çevresindeki herkes için o “kapı duvar” olarak betimleniyordu.

Ali düşüncelerinden sıyrıldı, defteri dikkatle incelemeye başladı. Sonra üzerinde yazan yazı bu sefer sesli bir şekilde okumaya başladı “Her kalbin bir şarkısı vardır. Sen de kendi şarkını bulmak ister misin?” (Defterin üzerindeki yazı)

Ali, odada biraz dolandı sonra Ömer’in karşısındaki tekli koltuğa oturup bu defteri nereden bulduğunu sordu. Ömer, konserin sonuna doğru bir kızın peşinden geldiğini, bir kaza sonucu kaldığı komadan yeni çıktığını, uyandıktan sonra ilk dinlediği şarkının Ali’ye ait olduğunu, hayalinin ise yazdığı şarkıları insanlara duyurmak olduğunu ve Ali ile bir iş birliği yapmak istediğini…yani hatırladığı her şeyi anlattı.

Ali duydukları karşısında şaşkına döndü. On altı yıl boyunca bu anın gerçekleşmek üzere olduğu hissiyle yaşamıştı ve işte şimdi olmuştu. O uyanmış, hayata yeniden gözlerini açmıştı.

Ali kaldığı otel odasına geldi. İçeri girip kapıyı kapar kapamaz sırtını kapıya yasladı, yere çömeldi. Dizlerini göğsüne doğru çekti ve kollarının arasına aldı. Ömer’in yanında bastırdığı tüm duyguları, sel gibi boşaldı. “Uyandığın için teşekkür ederim, teşekkür ederim…” diyerek hıçkırıkları nefesini kesecek şekilde hızlanarak ağladı. Elif’in on altı yılını çaldığı için pişmanlık duyuyordu.

Sabah gözlerini açtığında gece ağladığı yerde uyuyakaldığını fark etti. Ayağa kalkıp gece üzerinden çıkarmadığı montunu çıkarıp yatağın üzerine attı. Banyoya girdi, duş aldı. Üstünü giyindi ve Elif’in defterini aldı. Dün akşamdan beri saatlerce onun defterini okumuştu. Artık içinde yazan her cümleyi neredeyse ezbere biliyordu. Elif’in telefon numarasının yazılı olduğu sayfayı açtı. O, müziğe bakan bir kızdı. Ali, Elif’i öyle tanımlıyordu. Onu ilk kez ortaokulda konferans salonunda düzenlenen müzik yarışmasında dinlemişti. O günden sonra fırsatını yakaladığı bir gün kendisini tanıtıp Elif ile konuşarak onunla birlikte bir şarkı yapmak istediğini söyleyecekti. Ama bu isteğini o korkunç kaza nedeniyle gerçekleştirememişti. Şimdi ise ikisinin de hayallerini gerçekleştirmesi için bir şans vermişti hayat. Ali, bu şansı değerlendirecekti. Gerçeklerden bu sefer kaçmayacaktı. Elif ile buluşup ona her şeyi anlatacak, özür dileyecek, hayatında kaybettiği zamanları telafi etmesine yardımcı olacak, onun yanında duracaktı. Telefonunu aldı, Elif’i aradı ve gün içerisinde hangi saat diliminde müsaitse o zaman buluşup konuşabileceklerini söyledi.

Elif çok heyecanlanmıştı. Ali Yalçınkaya ile buluşacağı kafeye geldi. Kafe, birkaç hafta önce Ali ile karşılaştığı sahilin içindeydi. Kafenin içine girdiğinde, masanın üzerinde duran suyu içen Ali’yi gördü. Derin bir nefes alıp verdi ve gerginliğini gizlemesi için kocaman gülümsemesini suratına takındı ve ona doğru ilerledi. Ali, ona doğru kocaman gülümsemesiyle gelen kadını görünce ağzına götürdüğü su şişesini bir hışımla bıraktı ve ayağa kalktı. Elif, hiç değişmemişti. Sanki bedeni büyüse de o tanıdığı küçük kız çocuğunu hala içinde bir yerde taşıyordu. Bunu, onun gülen koyu kahverengi gözlerinde görebiliyordu. Elini uzattı Elif. Ali, karşısında duran 1.60 boylarında, zayıf, güler yüzlü çocukluk aşkı olan kadına dalıp gitmişti. Gözleri kızarmaya ve dolmaya başlamıştı. Burnunu çekip başını iki yana salladı ve gülümseyerek Elif’in elini tuttu. Ayakta birbirlerine selam verdikten sonra Ali, Elif’in oturacağı sandalyeyi kibarca çekti. Elif teşekkür etti. Garson geldiğinde siparişlerini verdiler. Elif karşısında duran, müziğine hayran olduğu adamın şişmiş ve kızarmış gözlerine baktı. Dün geçirdiği yoğun günün arasında ona zaman ayırıp defterini incelediği için teşekkür etti. Ali, Elif’in gözlerinin içine her baktığında kendisini suçlu hissediyordu, “Karşısındaki adamın aslında hayatını çalan biri olduğunu bilse yine de teşekkür eder miydi?” diye düşünüyordu içinden. O sırada yemekleri geldi. Ali’nin artık yavaş yavaş kendisini toparlaması gerekiyordu. Uyandıktan sonra onun yüzünden neler yaşadığını, ne zorluklar çektiğini merak ediyordu. Elif’e, biraz kendisinden bahsetmesini istedi. Elif, şu otuz yılının yarısından az süresini yaşadığı hayatını özetle anlattı.

“Uyandıktan sonra en çok yabancı olduğum kişi kendimdi. Buna alışmak, kendimi bu halimle kabul etmek benim için çok zordu. Dürüst olmak gerekirse aslında hala bu süreçteyim. Sanki yeni doğmuş bir bebek gibi yeniden dünyayı öğrenmeye çalışıyorum” dedi. Utanmıştı, gülümseyerek yaşadığı komik deneyimlerinden bahsetti. Ali, karşısında cıvıl cıvıl konuşan bu kadının anlattıklarını hevesle dinliyordu. Elif’in gülümseyerek anlattıklarına hayran kalmıştı. Sanki hayatının on altı yılını hiç kaybetmemiş biri gibi davranıyordu. Onu ilk tanıdığında da böyleydi. Yazdığı tüm şarkılar hayatın güzel taraflarını görmeyi sağlıyordu. Elif’in kendisinden hiçbir şey kaybetmediğine emin oldu. Ali, zaman geçtikçe ve sohbet ilerledikçe suçluluk duygusunu bir kenara bırakmış, sanki yıllardır hep birlikte olduğu arkadaşı ile konuşuyormuş gibi hissetti. Elif’in neşesi, onu içine çekmişti.

Vakit epey geçmişti. Kaçıncı çayı sipariş ettiklerinin farkında bile değillerdi. Ali, sohbetin bu denli ilerleyeceğini ve keyifli olacağını hiç düşünmemişti. Elif ile buluştuklarında, onun yaşam öyküsünü dinledikten sonra gerçekleri anlatıp özür dileyeceğini sonrasında ise birlikte çalışmak istediğini söyleyeceği biraz üzücü bir yemek olacağı hayaline kapılmıştı. Ama hiç öyle olmamıştı. Ali, ortamın bu büyüsünü bozmak istemedi. Şimdilik susmayı tercih etmişti. Ama sustukça Elif’in gerçeğe ulaşma hakkını elinden aldığını da biliyordu.

Ali hesabı ödedi ve Elif’e, onu eve bırakmayı teklif etti. Elif teşekkür edip arabaya bindi. Evinin önüne geldiklerinde Elif arabadan inmek için emniyet kemerini çıkarırken “Aslında biz sizinle bundan öncesinde bir kez daha karşılaşmıştık ama sanırım siz hatırlamıyorsunuz” dedi Ali’ye dönerek. Ali tedirgin olmuştu. Elif’in onu hatırladığını düşündü. Kaza günü, o otobüste birlikteydiler ve ilk kez o zaman birbirleriyle konuşmuşlardı. Ali anlamsız gözlerle Elif’e bakarken “Evet hatırlamıyorsunuz, belli. Konser olmadan bir hafta önce bir pazar günü sahile gitmiştim ben. İlhamımı oradan aldığımı düşünürüm hep. Çantamdan defterimi çıkarırken sizinle çarpışmıştık. Sizden özür dilemiştim ama cevap vermeden çekip gitmiştiniz” dedi. Ali hatırlamıştı o günü. “Sonrasında sizin arkanızdan bakarken, kulağınızdan çıkan kulaklığın, kulaklık girişini telefonunuza bağlamadan cebinize koyup kulağınıza taktığınızı görmüştüm. Bunu neden yaptığınızı merak etmiştim o an. Aslına bakarsanız şimdi de merak ediyorum.” diye devam etti Elif. Ali susmuştu. “Özür dilerim, yanlış bir şey söyledim sanırım. Cevap vermek zorunda değilsiniz.” diye devam etti Elif. “Lütfen, ‘sen’ diyebilirsiniz bana. Ve hayır, bu sorunun nesi yanlış olabilir ki. Öncelikle o gün için özür dilerim. Hayatta hepimizin kaçtığı bir şeyler olur öyle değil mi? Benim de vardı. Uzun zamandır pişmanlık duyduğum bir şeyden kaçmak için, uzun mesafeleri kaçış yolu olarak gördüm. Ama ne kadar uzağa gidersem gideyim o kaçtığım şeyden gerçek anlamda uzaklaşamıyordum. Ben gittikçe arkamda bırakamadım o kaçtığım şeyi. Kendimi hep o yükle yaşarken buldum. Müzik çalmayan boş kulaklığı da aynı bunun gibi düşünebilirsin. İnsanlardan kaçmak için kullanıyordum. Bilirsin ya, bir insan bir şey dinliyorsa ve kulağında kulaklık varsa rahatsız edilmez. Görgü kuralı işte. O yüzden takıyordum o kulaklığı da. Ki hep takarım zaten.”

Gülümsedi ve devam etti Ali “Bak gördün mü işte? O gün de senden kaçmak istemişim ama kaçamamışım. Birlikte burada sohbet ediyoruz işte”. Elif başını yan taraftaki cama doğru çevirip gülümsedi. Ali, Elif’in çocuk gibi masum gülümsemesine hayranlıkla baktı “Hep böyle gülmelisin ki, insanlar seni üzmeye utanmalı” dedi Elif’e. Ali bu cümleyi söylerken; Elif’i üzmemek, yüzündeki bu gülümsemeyi ondan almamak için bir süre daha susma kararı aldı. Elif utanmıştı, “Şey, sanırım benim yine şekerim düştü” dedi. Ali, iyi olup olmadığını sordu. “İyiyim sanırım, iki seferdir aynı şey oluyor. Kalbim hızla atıyor, kulaklarım ve yanaklarım ısınmaya başlıyor” dedi Elif. Ali, Elif’in bu çocuk gibi hallerini çok sevmişti, sesli bir şekilde gülümsedi. Elif arabadan inerken “Öyleyse yarın, sözleşme için seni bir de buradan alayım mı? Olur mu?” dedi Ali. Elif, gülümsedi “Olur” dedi ve evlerine gittiler.

Elif ve Ali’nin iş birliği yapmalarından bu yana altı ay geçmişti. Birlikte bu süre zarfında iki tane albüm çıkarmışlar ve hepsi çok beğenilmişti. Elif için her şey yolunda gidiyor, hayallerini gerçekleştiriyordu. Ali ile vakit geçirmekten çok hoşlanıyordu. Uyandıktan sonra hayatına giren ilk ve özel biriydi Ali, onun için. Ali, çok geniş bir bilgi birikimine sahipti ve bu bilgileri kullanarak her zaman herkese yardımcı olmaya çalışıyordu. Özellikle onun, on altı yıl geriden geldiği zamanın belli olduğu anlarda, Elif kendini kötü hissetmesin diye ona “sesli kütüphane” oluyordu. Sahip olduğu bilgilerin yarısı da rastgele şeylerdi. Ali’nin bu rastgele ve garip bilgileri nereden bulduğunu hep merak ediyordu.

Ali, Elif ile vakit geçirdiği tüm anlarda, bu dünyadaki cenneti yaşadığını düşünüyordu. Onun söylediği her şey, nasıl hissettiği, dürüstlüğü… her şeyi çok berraktı. Hayatında onun olmadığı zamanları yaşanmış saymıyordu. Sanki bundan öncesinde kendi hayatında sahte biriymiş gibi hissetmişti. Yani o, on altı yılı kim ise o olmamakla geçmişti. Şimdi ise Elif, Ali’nin kendi gibi davranmasını sağlıyordu. Kendini en rahat, en mutlu ve en korkak hissettiği zamanlar da onunla olduğu anlardaydı. Ona; günler, haftalar, aylar geçtikçe daha fazla yaklaşıyor ve bağlanıyordu. Bu nedenle onun hayatını tekrar altüst etmekten korkuyor ve Elif’e gerçeği söylemeye de cesaret edemiyordu.

Ali, akşam yemeğini dışarda çalışma arkadaşlarıyla yediği için eve geldiğinde direkt odasına geçti. Bugün yemekten sonra hep birlikte fotoğraf çekilmişlerdi. Fotoğrafa bakmak için çantasından telefonunu alırken gözüne bir paket çarptı. Lokantadan çıkarken telefonunu çantasına koyduğunda bu hediye paketi yoktu. Paketi aldı. Üzerinde bir not yazılıydı. “Kendi dünyana çekildiğinde bile yalnız olmadığını bilmen için sana, beni hatırlatması dileğiyle”. Notu okuduğunda hediyenin kimden geldiğini anlamak zor değildi. Paketi açtı, içerisinde kulaklık vardı. Ali kulaklığı paketten çıkardı ve kulağına taktı. Aynadan kendisine baktı, gülümsedi. Elif altı ay önce konuştukları şeyi unutmamıştı. Onun, gerçekten çocuk gibi tertemiz bir kalbi vardı. Ali’nin kalbinde Elif, günün en güzel güneş ışığını alan bir pencere gibiydi. Akşam yemeklerini yedikten sonra Ali, Elif’i eve bırakmıştı. Büyük ihtimalle Elif, bir fırsatını yakalayıp kulaklığı Ali’nin çantasına atmıştı. “Onu hak etmek için ne yaptım?” dedi kendi kendine. “Hiçbir şey…” dedi sonra. Ali’nin vicdanı hiç rahat değildi. Gerçeği Elif’e açıklamadıkça ve özür dilemedikçe rahatlayamayacaktı da. Artık bu suskunluğuna “dur” demeliydi. Telefonunu aldı, Elif’i aradı. Önce kulaklık için teşekkür etti. Sonra, eğer müsaitse onu sahile götürmek ve bir şey konuşmak istediğini söyledi. Elif, müsaitti. Ali’nin teklifini kabul etti.

Ali, Elif’in oturduğu binanın önüne gelmiş, “Kapıdayım” diye mesaj atmıştı. Elif merdivenleri seke seke indi, hemen Ali’nin önünde durdu. Daha sonra arabaya bindiler. Sahile giderken Ali, tekrar tekrar Elif’e teşekkür ediyor, kulaklık alma fikrinin nereden geldiğini soruyordu.

Sahile vardıklarında arabadan indiler ve kayalıkların üzerinde birkaç dakika laciverte boyanmış gökyüzü ve denizi izlediler. Elif, Ali’ye dönmüş, Ali’nin onunla ne konuşacağını merak ediyordu. Geldikleri yol boyunca da merakına rağmen, neden onunla şimdi konuşmak istediği gibi sorularını sormamıştı. Ali, Elif tarafından izlendiğini fark edince o da ona döndü. Derin bir nefes alıp cesaretini toplayarak konuşmasına başladı. “Seninle, ilk bu sahilde çarpışarak tanışmamıştım. Seni ilk tanıdığımda on dört yaşındaydın. Biz aynı okuldaydık. Ben okula o sene yeni gelmiştim. Okulun düzenlediği bir müzik yarışması vardı. Konferans salonuna her ders farklı sınıfları getirip yarışmayı izleme fırsatı veriliyordu. Ben, tam senin sahnede olduğun zaman gelmiştim oraya. Senin yazıp söylediğin, arkadaşının ise enstrümanını çaldığı müzik ile tanımıştım seni. Ondan sonra seni, birkaç kez benim mahallemde gördüm tesadüfen. Seni merak etmiştim. “Sürekli elinde neden defter ve kalem taşıyor?”, “Neden dalgın dalgın yürüyor?”, “Defterinin içine koyduğu o küçük şeyler onun için ne anlama geliyor?” Sorular sonsuzdu. Aynı okulda okuyor olsak bile senin çok fazla dışarı çıkmayı sevmediğini düşünüyordum. Çünkü seninle çok fazla karşılaşmıyorduk. Seninle daha sık karşılaşabileceğimi ve seni yine şans eseri görebileceğimi umuyordum. Kendimi seni beklerken buldum. Her zaman elinde, neden bir defter ve kalem bulundurduğunu öğrendiğimde sana “Müziğe bakabilen kız” diyordum. Seni, müzik yarışmasında söylediğin şarkı dışında bir kez daha farklı bir şarkı ile dinlemiştim. Havanın güzel olduğu bir gün, parkta. Senin arkadaşın olmak istedim. O gün, o otobüste sana, seninle birlikte bir şarkı yapmak istediğimi söyleyecektim. O gün yanıma gelip bana, Kültür Merkezine nasıl gideceğini sorduğunda; seninle biraz daha uzun sohbet edebilme şansı yakalayabilmek için bir sonraki durakta inmeni söyledim.” Elif, duydukları karşısında şaşırmıştı. O gün, o otobüste yol tarifi sorduğu çocuğun şu an karşısında olduğuna inanamamıştı. Ali’yi dinlemeye devam etti “Sonra, arkadaşın otobüse bindi ve ben aniden utandım. Bu yüzden aptal gibi, normalde Kültür Merkezine gitmen için inmen gereken durakta ben indim. Ve sen; benim yüzümden, sırf seninle bir durak fazla konuşabilme fırsatı yakalayayım diye asıl inmen gereken durağa engel olduğum için bir sonraki durağa doğru otobüs giderken kaza geçirdin. Kaza tam önümde oldu. Ben indikten saniyeler sonra. Çok üzüldüm, ölmek istedim ama ne yapacağımı bilemedim. Bu yüzden sadece bir korkak gibi kaçtım. Uyanman için çok dua etmiştim. Ve bir gün; uyanması için her gün, her dakika dua ettiğim kız uyanmış, hayata gözlerini açmıştı. Bu yaşananlarda asla değişmeyecek bir şey var. O da, hayatını mahveden kişinin ben olmam. Senin hayatında kalmayı hak etmiyorum. Kabuslargörmene sebep olduğum için, hayatını mahvettiğim için özür dilerim. Eğer ben olmasaydım, hayatının on altı yılını kaybetmezdin. Ailenle daha çok anı biriktirebilirdin. Senin gençlik yıllarını, yirmili yaşlarını çalan benim. Yaşın hakkında garip hissetmene de sebep olan benim. Senin hayatını altüst eden benim. Senden hoşlandığım için özür dilerim. Arkadaşın olmak istediğim için özür dilerim. Değerli zamanını götürdüğüm için özür dilerim. Kaçmalı mıyım? Saklanmalı mıyım? Yoksa senin yanında hiçbir şey olmamış gibi davranmalı mıyım? Tekrar tekrar ne yapmam gerektiğini düşündüm. Senin, bu yaşadığın hayatın sorumlusunun ben olacağımı bilseydim asla sana aşık olmazdım. Böylelikle gitmek benim için kolay olurdu. Ama şimdi senden gidemem. Hayatımı sensiz düşünemiyorum. Seni çok seviyorum. Biliyorum, bunların hepsi benim hatam. Zamanını, geleceğini… hepsinigötürdüm. Bu yüzden şimdi, seni gerçekten mutlu etmek istiyorum. Bana bencil ve deli diyebilirsin. Bana kızacak olmana rağmen hep senin yanında olacağım. Benden nefret edebilirsin ve beni istediğin kadar uzaklaştırabilirsin. Ama yine de senin yanında olmak istiyorum. Lütfen bana izin ver Elif, lütfen…”

Ali, hiç durmadan sonunda içini dökebilmişti. Elif, sözünü hiç kesmeden Ali’yi dinlemişti. İkisi de göz yaşlarını tutamadı. Bu sefer Elif konuşmaya başladı. Karşısında, hayatını on altı yıl boyunca sebepsiz yere pişmanlıklarla geçiren bir adam duruyordu. Ve o adam onun da tanıdığı biriydi.

“Farz edelim, ya hepsi bu değilse? Ya bildiklerinin hepsi bu kadar değilse? Çok net hatırlıyorum. Son dersimizin beden olduğu çarşamba günü, spor salonuna inen merdiven altına öğle güneşi bir sahne ışığı gibi yansıyordu. Adını bilmediğim, tanımadığım bir çocuk oraya girmiş çantasından çıkardığı sütü bir kediye içiriyordu. Aldığı içme sularını içmeden, kaldırımda toprağını kuru gördüğü saksılara döküyordu. Okula, çan sesi güzel olan bir bisiklet ile geliyordu. Hani benim için “müziğe bakan kız” ve “dalgın” diyordun ya, genellikle müzik hakkında bir şeyler düşündüğümde hiçbir şey duymuyordum. Ama bu sesi, bisikletinin çan sesini, her çalışında duyuyordum. Acaba onu tekrar tesadüfen ne zaman göreceğim, diye düşünüyordum. Seni her gördüğümde her şeye, herkese güzel baktığını fark ettim, her zaman güler yüzlüydün. “Acaba adı ne?” diye merak ediyordum. Sonra, o gün Kültür Merkezine gitmek için otobüse bindim. Sen cam kenarında oturuyordun ve dışarıyı izliyordun. O an seninle konuşmak istemiştim. Ama ne diyeceğimi bilmediğim için yalnızca adres sordum. Hatta, beşten fazla gittiğim, yerini gözüm kapalı bulabileceğim bir yerin adresini sormuştum sana. Sırf seninle ne konuşacağımı bilemediğim için.”

“Ama benim, ilk söylediğim durakta inmek için düğmeye basmıştın. Ben durdurmuştum seni.” “Hayır, o düğmeye ben basmamıştım. Evet, ben Kültür Merkezine gidecektim ama ondan öncesinde, arkadaşımın otobüse bindiğini söylemiştin ya, onunla otobüste buluşup İrem’in kemanını tamirden almaya gidecektik. Yani ben o gün, senin ne ilk söylediğin durakta ne de benim inmemi engellemek için söylediğin durakta inecektim. Ben sadece seninle, aklıma gelen ilk şeyi sorarak konuşmak istemiştim. Senin hatan değildi. Tamamen benim kararımdı. Kendini suçlama, senin hatan değildi. Bunca yıl, on dört yaşında, on altı yıl sıkışıp kalan sadece ben değilmişim.” 


resim: Les Amants II, René Magritte, 1928


Diğer Yazılar

all things end in Her

dear beloved,,one day i had decided that i would conquer the whole world tomorrow,, and indeed, i really was going t…

Kırdaki Zambak’tan öğrendiklerim

Dilin Sınırında Acının Son’lu Sükûneti “Kuş gibi zambak da sessiz. Orada durur ve bozmaz sessizliğini. Masum bir …

güneş kadın, gölge adam masalı

Güneş KadınTeni ışıkla kutsanan Güneş Kadın.Su gibi berrak, Gün gibi apaydın. Güneş Kadın, Ah Güneş Kadın.Karanlı…



© Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .