“Bazen yaşadıklarınızı sözcüklerle ifade etmeniz mümkün olmaz. İşte o noktada çizgi, leke ve desen devreye girer; sessiz ama güçlü bir dil kurar.”
apart, bu defa sözcüklerin bile yetmediği zamanları resmeden Serpil Odabaşı’nı – apartıman’daki sergisinin ardından diyalog’da ağırladı.
Dış dünyanın kaba gürültüsünden süzerek edindiği sessiz ama bir o kadar da güçlü diliyle parçalardan katmanlı hikâyeler anlatan Serpil Odabaşı, apart’ın âdeta meraklı bir çocuk edasıyla yönelttiği soruları bütün içtenliğiyle yanıtladı.
Kendi tabiriyle; “Kusurlu ya da eksik sayılana, kenarda bırakılana, dışarıda kalanlara, görünmeyenlere, daha yakından bakma çabası ile göç deneyimi, kadınlık hâlleri, kişisel kırılmalar, çarpmalar ve düşüşler…”
Kısacası bütün insanlık hâlleri onun yaratıcı belleğinde ve ellerinde birer sembole dönüşürken, biz de hayata ve insanlığa dair her ne varsa onun gözünden bakmaya çalıştık.

Resim yapma serüveniniz nasıl başladı, yeteneğinizi nasıl keşfettiniz?
Çocukluğumdan beri kâğıda, renklere ve görüntülere karşı güçlü bir yakınlık hissediyordum. Aslında yeteneğimi “keşfetmek”ten çok, onunla büyüdüm diyebilirim. Özellikle lise yıllarında bu yakınlık daha bilinçli bir ifade biçimine dönüştü.
Resim, benim için hiçbir zaman sadece bir hobi olmadı. İç sesimi dış dünyaya çevirdiğim bir dil gibiydi. Zamanla bu dil, dünyayı anlamanın ve kendimi anlatmanın en doğal yolu haline geldi.
Yaratım sürecinizde genelde nelerden ilham alırsınız?
İlhamım çoğu zaman kişisel ve kolektif hafızadan geliyor. Kusurlu ya da eksik sayılana, kenarda bırakılana daha yakından bakma çabası hep üretimimin merkezinde oldu. Dışarıda kalanlar, görünmeyenler, göç deneyimi, kadınlık hâlleri, kişisel kırılmalar, çarpmalar ve düşüşler…
Bazen yaşadıklarınızı sözcüklerle ifade etmeniz mümkün olmaz. İşte o noktada çizgi, leke ve desen devreye girer; sessiz ama güçlü bir dil kurar.
Bazen sadece bir bunalma hali, bazen tek bir fotoğraf karesi, bazen de farkında olmadan üst üste binen katmanlar bu süreci tetikleyebiliyor. İlhamın net bir başlangıç noktası yok; daha çok bir sızıntı gibi, birikerek geliyor. Bu anlamda sonsuz bir enerjiye sahipmişim gibi hissediyorum. Sanki hayat izin verse günde on iki saat üretebilirmişim gibi… Yıllardır böyle ama araya hep “hayat” giriyor.
Çalışma metodunuzla ilgili bizi bilgilendirir misiniz?
Planlı çalışmayı da içgüdüsel üretimi de kullanıyorum ama temelimde her zaman sezgi var. Bazı işler zihnimde haftalarca sessizce birikir; bazıları ise bir anda kâğıda taşar. O taşma anlarında kontrol benden çıkar, ben sadece aracıymışım gibi hissederim. Bu akış halini çok seviyorum, üretimin en saf, en dürüst kısmı orası.
Kolaj ve monoprint tekniklerinde genellikle katmanlar halinde çalışırım. Her katman bir hafıza parçası gibidir; üst üste geldikçe hem görünür hem de saklanır. Bu süreçte bilinçli kararlarla sezgisel hareketler iç içe geçer.
Çalışmalarınıza baktığımızda insan, hayvan sûretleri ve çeşitli materyaller iç içe geçmiş bir şekilde öne çıkmakta. Burada tam olarak neyi anlatmayı hedeflediniz?
Benim işlerimde figürler çoğunlukla birer semboldür. İnsan, hayvan ya da nesne fark etmez; hepsi bir belleğin ya da duygunun taşıyıcısıdır. Kuşlar özgürlük ve kırılganlığı, geyikler çoğunlukla kederi, taşlar ise kullanıldıkları yere göre farklı anlamları temsil eder, bazen bir yük, bazen de bir saldırı gibi.
İnsan figürlerinde çoğunlukla ben varım; kendi bedenimi, belleğimi ve deneyimlerimi bir tür anlatı alanı olarak kullanıyorum. Bu birleşimler, parçalanmış ama hâlâ var olan bir hikâyeyi anlatmanın yollarından biri.
Bir sanatçı olarak eğitimin sanat hayatındaki yerini nasıl yorumluyorsunuz?
Sanat eğitimi bir yön açabilir ama asıl belirleyici olan, kişinin kendi üretim ısrarıdır. Gazi Üniversitesi’nde aldığım temel sanat eğitimi bana teknik bir omurga ve disiplin kazandırdı. Ama yaratıcılık, yıllar boyunca kendi deneyimlerim, kırılma anlarım ve direnç noktalarım içinde şekillendi.
Eğitim bir kapı açıyor evet… ama o kapıdan içeri girip yürümek tamamen kişisel bir yolculuk.
Bu yolculukta kodlanma biçimlerimizle hep bir derdim oldu. “Buradan bak” denen her şeye karşı bitmeyen bir savaş verdim — bazen dışa yansıyan, bazen içimde süren bir savaş. “Hayır, ben buradan bakmayacağım” dediğimde, çoğu zaman benzerlerimin bile baktığı yerlerin dışında kaldım.
Bu biraz yapı meselesi… Dayatılan, mutlak doğru sayılan, “buradan gideceğiz, burada duracağız, bunu seveceğiz, bunu iteceğiz ” denilen açık ya da örtülü her türlü yönlendirmeye hep bir itirazım oldu. Bu çok seçerek, hesap ederek yaptığım bir şey değil; doğam böyle.
Sizde derin izler bırakan ya da zorlayan bir eseriniz var mı?
Evet, birkaç işim var böyle. Tek tek saymam mümkün değil ama beni kıpırtısız hale getiren, üretirken de sonrasında da içimde iz bırakan çalışmalarım oldu. Bunlardan bazıları 2018’de ürettiğim kolajlarım, bazıları ise daha da eskiye uzanan işlerdir.
Bazı üretimler sadece teknik olarak değil, duygusal olarak da çok ağırdır. Onları yapmak bir tür yüzleşme gibidir, hem kendimle hem de taşıdığım hikâyelerle
Sanatınızı hangi akımda konumlandırıyorsunuz? İlham aldığınız bir sanatçı var mı?
Sanatım belli bir akıma tam olarak oturmuyor ama avant-garde yaklaşımlara yakın durduğunu söyleyebilirim. Zaman zaman sürrealizm, feminist sanat ve çağdaş kolaj diliyle kesiştiği noktalar oluyor.
İlham aldığım sanatçılar arasında Hannah Höch, Leonora Carrington, Käthe Kollwitz, Kara Walker ve Nancy Spero gibi isimler var. Bu sanatçılar görünmeyeni görünür kılma cesaretleriyle, kendi dilimi kurmamda bana çok şey kattılar.
Serpil Odabaşı neleri okur, neleri okumaz?
Şiir, çağdaş sanat yazıları, göç, hafıza ve beden politikaları üzerine kitaplar okumayı seviyorum. Özellikle şiirin sessiz ama derin bir gücü olduğuna inanıyorum. Reklam kokan, yüzeysel ya da ideolojik olarak tek boyutlu metinleri ise pek tercih etmiyorum.
Göç ettikten sonra İngilizce kitap okuma baskısı roman okumayla arama bir mesafe koydu. Arada sözlüğe bakma zorunluluğu dikkati dağıtıyor, bu da romanlara yoğunlaşmamı zorlaştırıyor. Buna rağmen felsefi metinler ve eleştirel makaleleri okumayı çok seviyorum.
Çeviri yazılarda Terrabayt ve Vesaire gibi platformlarda yayınlanan metinleri yakından takip ediyorum. Günümüz filozoflarından Giorgio Agamben, Slavoj Žižek, Byung-Chul Han ve Achille Mbembe gibi isimlerin düşüncelerinden de besleniyorum.
Serpil Odabaşı neleri izler, neleri izlemez ve de neleri dinler, neleri dinlemez?
Belgeselleri, bağımsız filmleri ve deneysel işleri izlemeyi severim. Aşırı ticarileşmiş ya da ruhu olmayan yapımlar bana iyi gelmez. Derinlikli hikâyeler, katmanlı karakterler ve sessizliği de anlatının bir parçası yapabilen filmler ilgimi çeker. Örneğin Parasite, The Lighthouse ve Wings of Desire gibi filmler bana ilham veren işlerdir.
Müzikte kulağım çok açıktır; yeni tatlara da her zaman yerim vardır ama eskilerin yeri bambaşkadır. Mikis Theodorakis dinlemekten hiç vazgeçmem. Cem Karaca ve Civan Haco da hayatımın fonunda hep vardır. Bir gün içinde Kraftwerk’ten Sertab Erener’e ya da Hakan Yılmaz’a geçiş yapabilirim.
Ambient, klasik, elektronik ve zaman zaman rock dinlemeyi seviyorum. Çok yüksek tempolu ya da sert içerikli müzikleri ise pek tercih etmiyorum.
Hâlihazırda üzerinde çalıştığınız bir projeniz var mı? Yakın gelecekte sanatınızın takipçilerini neler bekliyor?
Açıkçası kendimi pek kestiremiyorum; hayatın izin verdiği ölçüde denemeye, üretmeye devam ediyorum. Süreç çoğu zaman beni de şaşırtıyor. Bir ses enstalasyonu üzerine düşünüyordum ama şimdilik erteledim. Bu enstalasyon, bastırılmış hafızanın yankılarını ve duyamadığımız sesleri odağına alan bir çalışmaydı.
Yine de içimde çok fazla enerji ve heyecan var, sanat benim için sonsuz bir oyun alanı gibi. Aynı zamanda birkaç hibe başvurusu için proje hazırlıkları yapıyorum. Yeni işlerimde sessizliğin biçim aldığı, katmanların hikâye anlattığı bir dil kurmaya devam edeceğim.
apart’a uğrayıp zamanınızı bizle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. Sanat üzerine konuşmak, üretimin bir parçası gibi benim için. Bu tür paylaşımlar sessiz hikâyeleri görünür kılmanın yollarından biri. 🖤