© 2022 Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .

Etiket: trapa

yenilgi hissiyle karışık huzursuzluk

Ruat tutarlı biri değildi.

Yazın tam ortasıydı. “Kahretsin! çok sıcak bir gün” dedi, evet, maalesef kendine dedi. Malumu ilan etmeye bayılırcasına. Günlerdir yazmak istiyordu fakat neye başlasa elinde kalıyordu. Ölü çocuklar havuzuna dilek taşı atıyordu. O taşı da kavisli bir şekilde fırlatıyor, falsolu sekişini izliyordu.

Şüphesiz ki kalbinden çok daha temiz bir beyaz sayfa açtı word’de, bir süredir aklında hoşuna giden bir başlık vardı CAPS LOCK açık bir şekilde yazdı ve uzun uzun izledi.

“HERKES SEVER KİBRİT KOKUSUNU”

Bir yangını izleyen insanlar gözünün önündeydi. Climaxinde bir kulübe yanacaktı ya da bir eczane, yelkenli de olabilirdi, gözetleme kulesi, doğumhane, cenaze aracı, petshop, seramik atölyesi ya da lateks fabrikası… Nereyi yakacağını ilerledikçe bulurdu. Tehlikeli, tuhaf hatta ucube bir aşk hikayesi olacaktı bu. İki uyumsuzun uyumu, sorunlu ve seksi. Yer yüzünün kaba öfkesine rağmen bir arada kalan iki canlı. Gösterişsiz felaketlerin içinde hayatta kalma kılavuzu. İsmi; herkes sever kibrit kokusunu. Hoş.

Eli klavyede harflerin üzerine dokunuyor. Tüm harfleri ilk defa görüyor gibi, kutucuklarına bakıyor. Bir sürü kutu, bir sürü sınır… Klavyesi bir coğrafi haritaya dönüşüyor. Her harf bir şehri temsil ediyor. Kuzeye çıktıkça harfler rakamlara dönüşüyor, güneye gittikçe komutlara. Doğuda bazı yüz ölçümü büyük tuşlar. ENTER.

Neydi soru?

İki uyumsuzun uyumu, hangi iki uyumsuz. Kim onlar? (Sesli soruyor kendine) Karakterleri bilmeli, karakterleri bilmeli, diyor. (B sınıfı Amerikan filmi yan karakteri gibi bir edayla) Ne yerler, ne içerler, nereliler, içinden miler, karakterliler mi bu karakterler? Borçlarını ödeyen tipler mi, kredi skorları ve kan değerleri nasıl? Rekabeti severler mi? En çok neye küfrederler… Karakterler. Tipler değil karakterler… Gerçekten yaşayan organizmalar, kendi içinde özgünlüğü ve tutarlılığı barındıran, davranışlarının neden sonuçla açıklanabileceği, toplumdan, kültürden, zamandan ve hakikatten azade olmayan canlılar.  

Eski sevgililerini gözden geçirdi, ne zaman bir hikayeye sıkışsa öyle yapardı. O aptal nostalji ve geçmişin sonsuza kadar geçmişe ait olduğunun bilincinden doğan hüzün, ona yazdırırdı. Fotoğraflarına baktı, onların bakışlarına ve hayal kırıklıklarına… Hepsi Ruat’tan sonra daha mutlu oldular. Pırıl pırıl ve huzurlu baktılar istikballerine. Ruat bir enfeksiyon olduğunu düşünmeye başladı. Yok edilmesi veya pasifize edilmesi gereken bir unsur. Önce dikkatinin dağılmasına sinirlendi sonra da kendine -durduk yerde- mikrop demiş olmasından ötürü davranışını haksız buldu. Haksız ama hakiki. Ruat için doğrusu şuydu, hiç memnun değildi. Uzun bir süredir hiçbir şeyden memnun olmayı başaramamıştı. Bazen doktora gidip ve şu seceresinin titrettiğimin hayatında bana azıcık memnun olmayı yükleyin diye bağırası geliyordu ama gitmezdi de doktora, tamamlayıcı sağlık sigortası bunu kapsamıyordu. Dertli ve yaralı bir adamdı ancak ne derdine dert, ne de yarasına yara denirdi. O yüzden ekranın başında derdine dert, yarasına yara denebilecek insanlardan bahsetmeye çalışıyordu.

Herkes sever kibrit kokusunu… İçinde çoktan alevden bir şüphe topu dolaşmaya başladı. Gerçek bir ilişkiden bahsedebilecek, bir arada kalmayı başarmış gerçek bir aşk hikayesini yazabilecek doğru insan olmadığını düşündü. Ama yalan söyleyebilirdi. İşi de buydu. Olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak.

Yarım sayfa ittire ittire yazdı. Defalarca ayağa kalktı, pencereden sokağa baktı, tül perdeleriyle flulaştırılmış ev içlerini izledi, telefonuyla oyalandı, salak salak kaydırdı beyin emici reelleri. Kendini önce nevresimini değiştirirken sonra da mutfakta  ekmeğin üstüne aheste aheste nutella sürerken buldu, bir çırpıda yedi.

Sürekli bir yerleri kaşınıyordu ama en çok sırtı. Çekmeceden spatula çıkardı ve eliyle erişemediği sırtının ıssız yerlerini kaşımaya başladı. Bilirsiniz, insan yalnızlığı en çok sırtı kaşınınca hatırlar. Ruat yalnızdı.

Ruat tutarsız, yalnız ve sıkılgan biriydi.

Sıkıldı, kanepeye geçti yanı başındaki kitapları kurcaladı. Duygular Sözlüğünü çekti aralarından, açtı, index H sayfa 103: Hayal kırıklığı; dayanılması zor bir kayıpla ya da yenilgi hissiyle karışık huzursuzluk, gerginlik… Kapattı kitabı.

Youtube’a girdi, bir şeyleri becerememenin ne kadar normal olduğunu, kadife gibi bir ses tonuyla söylerken bilimsel veriler vermeyi ihmal etmeyen Ted x-y-z konuşmaları dinledi. It’s okay, diyen ve yatak sesiyle konuşan kimi uzmanlar. (AZMAN UZMANLAR, bunu defterine not aldı.) Mutsuz olmak normaldir, kaygılı olmaktan daha doğal hiçbir şey yoktur. Geceleri uyanıp kollarını kanatana kadar kaşımak ve sonra kafanı klozete sokup bağırabildiğin kadar bağırmak normaldir. Öyle normaldir ki, bunu yapmayana insan denmez. Böyle olmak insanın varoluşunun en temel, en kahramanca oluşudur. Stanford’da yapılan araştırmanın sonuçlara insan dediğin çeşit çeşit ve her şey, hep çok okey. Bok okey. Kapattı ekranı.

Youtube’u böyle saçmalıklar ve ahşap işleme videolarıyla doluydu. Burnuna bolca kolonya çekti. Dışarıya çıkmalıydı, kendinden uzaklaşması, insanların arasına karışması gerekiyordu. İçinden, içeriden çıkarmaya çalıştığı her neyse, onu memnun etmiyordu, dışından dışarıdan bulmalıydı.

Çıktı dışarı, hızlı, kararlı ama nasıl başarıyorsa, aksak adımlarla yürümeye başladı. (Yürüyüşü bile tutarlı değildi) Yine de evinden pek uzağa gidemedi, iki sokak sonra durdu ve çiğ köfteci manzaralı bir kafeye oturdu. Önünde zehir gibi bir amerikano. Ruat incognito moduna geçiyordu. Radarını açıyor ve bir kara sinek gibi ellerini sıvazlıyor. İnsanlar, sesler, yürüyüşler, bakışlar, teyzenin pullu çantası, oğlanın yeşile boyalı saçları, elektronik sigaralar, otomatik çöp kutuları, duvar yazıları,  geçen kızın poposu. Po po su… Kulak kesildi birden karşısındaki masaya. Birbirinden iri üç adam, ikisi oturuyor, biri ayakta omzunda spor çantası, bir vücut geliştiricisi ama bacak günlerini ihmal ediyor, etmemeli… Ruat onları dinlerken, güya dinlediği belli olmasın diye telefonuyla oynuyor. Nasıl popoyu izlerken güneş gözlüklerinin arkasına sığındıysa, burada da numarası telefonu. Tam bir oyuncu.

Ayaktaki iri, amına koyayım bu nasıl bir sıcak, diyor. Karşısındaki iriler duosu ona cevap veriyor, Ruat tam duyamıyor. Ayaktakinin sesi gür, duyulmaktan ve görülmekten korkmayan bir dev. Gür Dev (not alıyor).  Gürdev oturan ikiliye tek bir yapıymış gibi konuşmaya devam ediyor. Ruat ise ne duyduysa yazıyor. Bir yerde işine yarayacağını düşünüyor. Gürdev vs. İri duo. Ruat bütün dünyayı böyle algılıyor. Bir yerde işine yarayacak veriler kümesi. Tam bir istifçi.

– Hakkaniyet çok önemli bir şey, hakkaniyet o kadar önemli bir şey ki anlatamam sana. Sen ne kadar çok kötü enerji salarsan sağa sola, sonra gelir onlar seni bulur. O yüzden hakkaniyetle davranacaksın. Buna hakkaniyet stratejisi denir. Anladın mı?

Duo irilerden az iri olanı, bir çay içsene abi, diyor. Gürdev, yok, diyor.

  • Hadi öptüm sizi.

Gidiyor, Gürdev, çiğ köftecinin önünden bilinmezliğe…

Ruat telefona not almayı bırakıyor. Hakkaniyet stratejisini düşünüyor. Bir kişisel gelişim kitabının başlığı olabilir mi? Hakkaniyet Stratejisi. Bu sefer defterine not alıyor.

Temassızıyla, bir sıcak, bir soğuk amerikano, bir de su ödüyor ve kalkıyor. Çiğ köftecinin önden geçiyor. Avare avare gezinmeye izin vermeyecek kadar sıcak hava o yüzden kendine bir çırpıda yeni bir hedef buluyor. Tavuk döner, diyor. Köşe başında bir büfe var, Ruat oraya gitmeyi seviyor. Büfenin sokağa bakan eğimli masalarından birine yan oturuyor. Göğsü sokağa dönük, açıkta herkesin gözü önünde. Esnafa önce ustam diyor, sonra garsonun ondan daha genç olduğunu görünce abim diye sesleniyor. Oradaki iyelik ekini vurguluyor. Ben senin abinim anlamına gelen bir seslenme biçimi. Abimm! Bu tarz seslenişler hoşuna gidiyor ama sadece esnaflara uygulayabiliyor. Bakkala hocam, kasaba ustam demekten zevk alıyor. Bir süredir koçum, yavrum, dostum ve hayatım seslenmelerini kullanmıyor. Başkan, patron, müdür ve reis seslenmeleri ise yasaklı listesinde.

  • Abimm bana dürüm tavuk içinde mayonez ve hardal olacak, ketçap olmayacak, turşusu bol, domatesi az. Bir de limonata.

Buzz gibi bir limonata ağbime, diye içeri sesleniyor oğlan. Kişiselleştirdiği, tavuk döneri için olan detayların aktarılabileceğinden kuşkulu. Yine de sipariş ettiği gibi gelmese de sesini çıkaracak biri değil. Tutarlı olduğu nadir konulardan biri çekingenliği. Ne kadar abimin “m” sini uzatsa da, bir çatışmanın içinde kalmayı istemez. Memnuniyetsizliğini, önemseyişini ya da hırsını başkalarına göstermekten korkar. Uyumsuz görünmeyi hayal bile edemez. Erk hayvanı bukalemundur.

Limonata geliyor, buzlu ama buz gibi değil, -henüz değil- şimdilik ılık. Buzların erimesi beklenecek. O zaman da limonatanın kıvamı değişecek. Bunları düşünürken dürümü geliyor. Siparişi tam istediği gibi, hardallı ve bol turşulu, büfenin sisteminden kuşkulandığı için utanıyor. Hardal eklemesi ve turşu artışıyla besin piramidinin en altında yer alan bu yemek yeni bir kimlik kazanmış. Isırıyor, ısırıyor, keyfi yerinde. Bir daha ısırıyor, bu sefer bir sertlik. Kemik kadar sert hatta daha da sert. Çıkarıyor ağzından parmaklarıyla, avucunun içine alıyor. Mısırdan büyük, nohuttan küçük… Bir diş bu. Önündeki plastik tabağa koyuyor, birinin vücudundan kurşun çıkarmış gibi, her zaman yaptığı bir şeymiş gibi, çıkardığı dişi öylece önüne bırakıyor. Aklında dürümünden bir ısırık daha almaktan başka hiçbir şey yok. Tavuk etinin, hardal ve turşunun birleştiği o noktada, dürümü ağzına kadar götürüyor, ısıracakken duruyor. Sonunda bunun normal olmadığını kabul ediyor.

BAŞLIK:

MISIRDAN BÜYÜK nohuttan KÜÇÜK bir cisim

KONU:

Ruat iç sesiyle kendini SAVUNUR.

Bu diş, dönercinin dişi olmalı. YANİ DÖNERİNİ HAZIRLARKEN ağzından fırlamış VE ETLERİN ARASINA DÜŞMÜŞ, DÖNERCİ DE BUNU FARK ETMEMİŞ. Kasti olmamıştır, ANCAK böyle OLMUŞTUR. Yemeye devam ediyorken, yemeye tereddütsüz DEVAM ETMEMİN ve MİDEMİN KALKMAMASININ utanç verici OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜM. (Oysa midem de kalkmamıştı. Ben gizli bir yamyam mıydım, HAYIR, ben en azından türümü yemeyecek kadar türüme aitim.)

Ama midem bulanmış gibi DÖNERİ (hem de en güzel yerinde) MASAYA BIRAKTIM. (Öyle yapmalı çünkü!) GARSONU ÇAĞIRDIM. ABİM GEL Bİ! Amacım büfenin hijyenik olmayışını falan söylemek, Yani insanlık onuru için işte, kendimi savunmak, mevzu ÇIKARMAK. BÖYLE BİR durumda BİRİNİN SESİNİ ÇIKARMAMASI o insanın hasta olduğu anlamına gelir. Ama dürüst olmak gerekirse, bir kendinlik veya doğallık ile YAPMADIM. GÖREV olarak, dediğim gibi insanlık onuru için…

Bu sırada dili ağzında geziniyordu. Alt çenesinde bir boşluk. Bir kuytu. Implant.

(Ruat’ın iç sesi) IMPLANT DİŞİM Mİ çıkmış. DİŞ bana mı aitmiş. BİRAZ sonra azıcık azarlamak ve olay çıkarmak İSTEDİĞİM GARSONA NE DİYECEKTİM? SİZLİK BİR ŞEY YOK mu? Neydi o tavırlarım, TANRIM beni NEDEN UNUTTUN?

Azar çekemeyişi kendine özgü bir utanca dönüşüyor Ruat’ın. Kendiyle hesaplaşırken sesi bir alçalıp bir yükseliyor. Üstüne üstlük timing’i de kötü…

Tek isteği eve dönmek, tek istediği, yaşayamadığı hayatı, yaşayan/yaşayabilen kimselerden bahsettiği hikayesinin başına oturmak.

Temassızını dokunduruyor, suskunlaşıyor.

Ruat artık “abimm” diyen adam değil. Ruat’ın artık cebinde dişi var.

Boynu önünde, gölgeden yürüyor, bir an önce evine gitmek ve tüm kapıları kapatmak istiyor. Hiçbir cephede savaşmamasına rağmen mağlubiyete uğramış rütbesi sökülmüş bir asker gibi terk ediyor. Laptopunun yakınına ulaşmak, ve tüm bunları unutana kadar freze tezgahında ahşap işleme videoları izlemek istiyor.

Ruat daha evinin sokağına girmeden anahtarını eline alıyor. Yolun başından sirenleri açık çığlık çığlığa bir itfaiye aracı, Ruat’ın yanından geçiyor hızla, nereye gidiyor, ne olmuş Ruat’ın gram umrunda değil, kafasını çevirip bakmıyor bile.

Başarıyor eve ulaşmayı. Sakinliyor. Dişini komidinin üzerine koyuyor ve yatağa uzanıyor. Ruat tüm akşamüstünü uyuyarak geçiriyor. Uyandığında hava çoktan kararmış. Ruh gibi geçiyor koridordan… Hikayesinin başına oturuyor.

HERKES SEVER KİBRİT KOKUSUNU

Kadın 27 yaşında. Günlerini otobüsle gece yolculuğu yaparak geçiriyor. Ayazda inilen terminalleri, dinlenme tesislerini seviyor. Otobüste kitaplar, albümler bitiriyor ve pencereden yolları izliyor ve derin derin düşünüyor… Evsiz ama parasız değil. Bir kaçak ama kanundan kaçmıyor. Yoksa dönüşeceği kendinden, kaderinden mi kaçıyor? Bir öteki meselesi olmalı bu. Ötekiyi kabul etmek onu değiştirecek.

Ruat bir hikayenin tatmin edici bir şekilde sonlanabilmesi için ana karakterin değişmesi gerektiğine dair sarsılmaz bir inanca sahip.

—-

DIŞ.DİNLENME TESİSİ.GECE (SİS)

Anons: Öz Elbistan Turizmin değerli yolcuları, otobüsünüz…

Sıralı park etmiş otobüsler… BATMAN, YOZGAT, MUĞLA

Mercedes O 403 otobüsün camlarını hortum bağlı fırça ile yıkayan kavruk bir adam. Tesisi görürüz, masaj koltukları, lokum tezgahları, neon reklamlar…

Tesisin bir köşesinde, kemiklere işleyen soğukta omuzlarını yukarı kaldırıp sigara içen, siyah deri ceketli kadın. Sigarasının dumanını kararlılıkla, bir mızrak gibi üflüyor. Tek yöne, incecik.

—-

Ruat, ağzının içindeki kuytuya dilini sokmadan duramıyor. Yarım sayfa yazmayı başardığı için iyi hissediyor kendini, çoktan yazdığı kadına aşık oldu bile. Adamı yazmak istemiyor, çünkü ona kadına davrandığı hayranlıkla davranmayacağını biliyor. Üstüne daha yazmadan onu kıskanıyor ve beraber varacakları mutlu sona muhalefet ediyor.

Tüm bunları dilini ağzındaki kuytudan çıkarmadan düşünürken elektrikler gidiyor. Ruat koca götünü kaldırıp, evde mum arıyor. Çekmeceleri kurcalıyor. Fiyonklu ve vişne kokulu koca bir mum buluyor. Romantik bir gün için sakladığı ve asla kullamadığı bir aksesuar bu. Bir kibrit buluyor ve mumu yakıyor. Kibriti kokuluyor. Bir tane daha yakıyor, yeniden kokluyor, bir tane daha, şüphe içinde bir tane daha. Kısacası Ruat, kibrit kokusunu o kadar da sevmediğini anlıyor. Dinlenme tesisinde bekleyen kadını, o halde sonsuza kadar ayazda bırakıyor ve istifa ediyor hikayesinden. Ölü çocuklar havuzuna attığı yeni bir dilek taşı daha…

—-

Ruat ertesi gün, dişçiye gidiyor. Peçeteye sardığı dişi cebinde, bekleme salonunda dergilere göz atıyor. Cosmopolitan kapak kızı şöyle diyor: Kendini bilmek en büyük güç.

Yanında tellerinin çıkarılmasını bekleyen bir kız çocuğu, karşısında annesi. Uzaktan baksanız Ruat’ın çekirdek bir ailesi varmış gibi gözüküyor. Tek sorun çocuğun Ruat’a uzaktan yakından benzememesi. Ruat’a sorsanız böyle olmasını arzulayacağını söyler… Geleceğe aktarmak istediği ne bir genetik mirası, ne de akli dengesi olmadığının farkında. Umarım annesine çeker.

Anne telefonda arkadaşıyla konuşuyor, sabah gittikleri kahvaltıcıdan bahsederken samimi vibe’ı olan bir yer olduğunu belirtiyor. Anne’nin bu samimi vibe’ı olan kahvaltıcıyı ve yediği grananola bowl’u övmesi Ruat’ın karnını acıktırıyor. Kız çocuğunun elinde bir tablet var. Ruat’ın çocukla ilgili yapabileceği tek çıkarım, onun iyi bir izleyici olması.

Resepsiyondan Selahattin Bey, diye sesleniyorlar. Ruat’ın kesinlikle tercih etmediği nüfusa kayıtlı ilk ismi Selahattin’i duyunca irkiliyor ama düzeltmiyor. Ayaklanıyor ve kendini dişçiye teslim ediyor. Ağzındaki kuytudan, çıkan dişten, bunun normal olup olmadığından söz ederken ağzına tükürük hortumunu sokuyor dişçi. Ruat’ı mute’e alıyor ve yine düşünceleriyle baş başa bırakılıyor. Dişi çıktığı yere geri sokuyor, dişçi. Selahattin’cim dişlerini sıkmamalısın, diyor.

Kafa sallıyor, en azından bir boşluğun dolmasından ötürü mutlu.

Ruat olarak girdiği dişçiden Selahattin olarak çıkıyor ve kalabalığa karışıyor.

fotoğraf: Erinç Durlanık

o piyanonun kanatları gerçekten yoktu

bir olimpiyat eleştirisi

O piyanonun kanatları gerçekten yoktu çünkü bir evrim harikasıdır tüyler, teni anlamsız kılmışlardır. Ve kuzgunların koyu, derin siyahından, sinekkuşlarının yanardöner mavisine, insan gözlerindeki renklerin pigmentlerini de, yine, anlamsız kılan bir müthiş varoluştur onlarınki. 

Milyonlarca insanın hayran olduğu Paris’teki bir büyük etkinliği canlı canlı ya da televizyondan izleyenler bu şehre daha da hayran olsunlar diye gökyüzüne yükseltilen o piyanoyu elbette görünmez halatlar çekti yukarı. Hani Filistin’de ölen insanlar ile Ukrayna’da ölenler ten, göz, coğrafya, çıkar kantarına konmamış olsaydı “Daha önce uçan bir piyano görmemiştim doğrusu, sanat nasıl da iyileştiriyor ruhu” vs vs diyebilirdik belki. Giyotinden geçirilmiş başını kucağına alarak şarkı söyleyen Marie Antoinettelerdeki mizahın devrime nasıl bir selam ediyor olduğunu da algılayabilmiş olurduk herhalde. 

görsel: 2024 Paris Yaz Olimpiyatları, Kapanış Töreni.

isa peygamberin 2000. yaş gününde son abdalın dedikleri

ilkin ikinci harfinin silinmesiyle dünyaya geldi ikinci.
bir yok oluş üzerine varoluş yani.

toplaşın, toplaşın.
çok önemli bir soruyla başlayacağız.

kim yazdı ilk şiiri?

ilk insan adem’dir dediler, inandım.
ikinci, bi’ kemiğin yok olmasından havva. inandım.

sonra birkaç bi’ şey daha dediler,
onlar şimdi dursun, ben gelirim.

yeri gelir
hiç utanmam söylerim.

ilk şiiri yazan kim?

matematikçiler hala kanıtlayamadı ama
2 zaten özünde kötü çizilmiş bi’ 1 değil mi.

bir tarafı yamuk,
bir tarafı eğreti yani.

peki ilk bacağımız sol muydu sağ mı.
böyle başladı sağcı solcu kavgası ilkin.

koca koca
puntolarla

sağ bacakçılar vs. sol bacakçılar.
,diye atıldı manşetler o zamanlar.

vaktiyle rtük bunu pek sapıkça bulunca
ivedilikle sansürlediler tüm bacakçılarını yurdun.

sağcılar ve solcular düşman kaldı da
barışmanın yolunu buldu bacakçılar.

tarihi bacakçılar barışması.
onbeş kasım bindokuzyüzelli.

peki ama, kim yazdı ilk şiiri?

-son abdal tam bu noktasında dediklerinin, biraz duraksadı, hayır unutmuş gibi değildi, ama diyeceklerinden fazlasını hatırladı. evde annesinin kurduğu masalar, günde yeşim teyzenin ruh halini etkiliyor, aynur teyzenin dediklerini, selma teyzenin gördüğü ışığın rengini ve alt komşu cemre teyzenin gece kocasıyla sevişip sevişmeyeceğini hele bir dilnur teyze var ki, evde abdalın annesinin kurduğu masa üzerine, italya’ya değil, mısır’a gitmeye karar verdi, önümüzdeki yaz, turla. kısacası yani, nörokimyametafizik bile neden-sonuçtan ibaret. Basit matematik. abdal dediklerine, şöyle devam etti:

yani aslında demem o ki, uyanın.
ikiye gömülü iştahsız bi’ yenilgi var.

üçüncüyü ilan etmenin bile
yollarını bulmuşlar.

ilk şiiri yazan kim?

bir at yarışının ardından
tuttuğun at kaçıncı gelmiş bakarsın.

birinci ata bakarsın.
sonuncu ata bakarsın.

ben’s cat yarıştıysa
e.. bi’ de ona bakarsın.

ikinci gelen doru at yani,
birkaç depar eksik taklidi ilk doru atın.

ortanca çocuğu
üç çocuğun.

istanbul’a ankara gibi,
bi’ denizi yok gibi,

fatih’e ulubatlı hasan gibi,
iyi ama, bi’ köprüsü değil,

yalnız bi’ çeşmesi var gibi.
erkenden ölüm gibi.

bir karıkocanın ikinci ölen kişisi.
müdür yardımcısı. iphone 2.

kim yazdı ilk şiiri?

allah ya 1’dir.
ya bissürü.

hakkı 3tür.
büyük kitapları 4.

imanın şartı 6,
yenişemedi fenerle.

sorarım size alimler
adı ne ikinci peygamberin.

ilk şiiri yazan kim?

-son abdal tam bu noktasında dediklerinin, bi kez daha duraksadı, evet unutmuş gibi değildi, diyeceklerinden fazlasını da hatırlamadı, yutkundu. yutkundu, önündeki kalabalığı hazırladı. sigara içse, oracıkta bi’ tane yakardı, hiç kimse çalışmasa, hiç kimse açlıktan ölmezdi, güreşken bi horoz, güreşken ve horozdur o kadar, şöyle devam etti:

ama demem o ki,
iki birden erotiktir.

sapmışlık, sapıtmışlık, kapı kilitleri,
gece perdeleri çekmeler, karanlık.

iki, yaratırken iyiyi,
iki, iyiye kötüdür.

ama iyi olmak, özünde,
iyi bi’ nedendir iyi olmak için.

bir üremeye sevişmek vardır,
iki sevişmek için sevişmek.

eksik bir taklit yani,
eksik yerlerinde oldukça fazladır.

futbolu bir İngilizler,
ikinci Brezilya bulmuştur.

iki seks fazladır bir seksten, ve zaten,
ulubatlı hasan da daha seksidir Fatih’ten.

ben yazdım
tüm ikinci şiirleri,

ama nolur söyleyin kim yazdı ilk şiiri?

bunu bilmemekte bir sır var.
bilmemek ikilik barındırır.

ve allah birdir peygamber iki.
peygamber olmadan allah mı olurdu.

işte en can alıcı fleksi secdede bir yetimin,
allah bile değil kimsesiz ben gibi.

insansız allah’ı,
kim ne yapsındı.

ikinci gelen spermde yok olmak kadar,
yok edicilik de var, gördüm.

ama ilk şiiri kim yazdı?

ilk emirler iner gökten,
yeme elmaları.

üzerine sohbetler vardır,
yesek mi elmaları.

yani ilk sesler nerden baksan,
amaç odaklıdır.

ilk hanginiz bıktı söylesin.
hangi sapkın yalan yanlış dizdi kelimeleri.

gördüm,
gördüm.

ilk şiiri yazanda ikilik vardır.
bu ikilikte insanlığım…

nolur söyleyin
bak içim gidiyor

ilk şiiri yazan kim?

görsel: Charles Ray, Plank Piece I, 1973.

çiçek apartmanı

çiçek apartmanında güneş hep. 
salondan doğup
balkondan batar.
ve her saat
başka bir hikayeyi çağırır çiçek apartmanında.

çiçek apartmanında ezanlar hep.
üçbir ağızdan okunur.
kurtuluş, kardeşler ve hacı ayşe camiinde
nağmeci müezzinler.
tecvit yarışındadır çiçek apartmanında.

çiçek apartmanında sabah sekizler hep.
hazırolda törenlerle karşılanır.
istiklal marşı için liseliler
bir dakikalığına.
sevdiklerinin ellerini bırakır çiçek apartmanında.

çiçek apartmanında gel de sabah erken kalkma.
efendiler var ya.
çiçek apartmanı insanı adam eder.
itin kopuğun yeri yoktur çiçek apartmanında.

çiçek apartmanında on iki numara
yan komşum güzeller güzeli mira.
alt katta doktor marta
ve yönetici leyla
hanım. italyan liseli
eski türkiye bankacısıdır çiçek apartmanında.

çiçek apartmanında salonun tam ortasında
antika bir mangal.
içinden halıya dökülen mosmor
telgraf yapraklarıyla.
koltuğumda ben. arkama yaslanmış.
ve sürekli bakışıp durduğum
viktoryalı iki leydi. karşımda. şapkalarıyla.
ve kurtuluş caddesinin esrarlı sesleri
düşer canıma çiçek apartmanında.

çiçek apartmanında bir abdal.
dert çeker.
yalnızlık güzeller.
ölümlerini düşler.
en güzel çağında.
kadınlar gelir geçer
en güzel çağında.
ama beşyüzdolarlık avizeler
ışığında en güzel çağında.
kadınlarla yattığı yetmez.
bir de inanması gerekir
kadınlarla yattığına.
bir abdalın çiçek apartmanında.


görsel: IN by Benjamin Donaldson, Ottilie Leete, and Lisa Kereszi

çok amaçlı salon

Muhteşem bir yerden bahsedeceğim sizlere
-buyrun içeri buyrun-
Sayın beledello başkanımızın destekleriyle kurulan
İnşaatında bolca cüce çalıştırıp
Nasıl yapılmadığını anlatamasınlar diye sonradan
Gizli veya alenen- ne yazık ki- öldürdüğümüz
Çok amaçlı salonumuz
Tüm kapı, tablo, gözlük çerçeveleri
İnsanlık tarihi boyunca kullanılan metallerle
Sırasıyla
Ehem, bezeli
Cumartesi günleri aş, konuk, cem evi olarak kullanılan
Sırasıyla
Pazar resitaller verilen
Efendime söyleyeyim
Hayır size demedim kapatınız kapıyı
Burada efendim kalır
Şu aralar biraz huysuz kendisi
Tam teşekküllü bir operadır aynı zamanda-
Cuma günleri cami
-şu koridordan devam edelim-
Kompakt bir minaresi mevcuttur
Tek tuşla kolayca açılıp kapanabilen
Buyrun göstereyim bakınız
klik
rkırkrkırkrkırk...
psss
Bunlar minaremizin dişlileri
Çok kıymetli Hollandalı bir mimar ahbabımız tasarladı
Aynı şekilde dışarıdaki çardakları da
Perşembe günü yoktur efendim salonumuz ne yazık ki
Varlık sahnesi kapalıdır o gün
Çarşamba sonsuz odası olan bir otel
-sağdan lütfen-
Bir, iki, üçdörtbeş yıldızlıdır
24 saat açık barlar, premium hizmet
Yalnızca kimi zaman oda değiştirmeniz talep edilebilir
Nadiren
Salı bir dehliz tüm günleri birbirine bağlayan
Mecburen
Pazartesi günü ise dünyaca meşhur bir sirk
Ne yazık ki filimiz Bobo doğum yaparken
Çeşitli komplikasyonlar yaşadı
Geçtiğimiz perşembe günü
Rotasyondan çıkarmak zorunda kaldık
Hamileyken ısrarla devam etse de
Hem onun hem de bebeğin sağlığı
Yönetimin her daim birinci önceliği
O yüzden lohusa süreci boyunca
Bobo olmayacak
O yüzden gösteri normalden
42 saat kadar kısa sürüyor
Lakin insan yutan ateş, çift başlı kartal
Ve tüm Mezopotamya tanrıları
Hala izleyicilerini bekliyor
Gördüğünüz üzere salonumuz her ihtiyaca
Her an hazır olacak şekilde tasarlandı
Her an
Ortadoğu'nun en büyük aynası
Yine tesisimizde bulunmakta
O kapı rasathanemize çıkar
3800 rakımlık
Çok yamaçlı salon
En büyük lensi 6 metre çapında olan
Teleskopumuz şu an inşaat halinde
Bitseydi birlikte bir Andromeda yapardık
Lakin kısmet değilmiş
Bir dahaki sefere diyelim
Hediyelik eşya dükkanımız ise
Başlı başına bir odak olsun istedik
Bu sebeple salonun kendisi dahil
Gördüğünüz, göremediğiniz her şeyin
1:1 ölçekte minyatürleri mevcut
Biblolar, magnetler, kartpostallar yine sol tarafta
Bazı misafirlerimiz 3. derece yanık geçirdikleri için
Bazı kartpostalları koleksiyonumuzdan çıkardık
Lakin hala özellikle San Tropez'in çok güzel
Kartpostalları mevcut
Onlara da istediğiniz gibi bakabilirsiniz
Eğer iletmek istediğiniz bir görüşünüz varsa da
Dilek ve şikayet puzzle'ımız karşı duvarda
Sizler gelmek üzeresinizdir
Hatta şu pıtı pıtı ayak sesi
Size ait zannedersem hanımefendi
pıtı pıtı
Ben müsaadenizi istirham ediyorum
Hoşgeldiniz

görsel: Sonsuz Ev, 1950, Frederick Kiesler

https://www.archdaily.com/126651/ad-classics-endless-house-friedrick-kiesler

https://www.e-skop.com/skopdergi/sonsuzluk-ve-indirgeme-frederick-kieslerin-sonsuz-evi/1956

memnun oldum

Ben Aydın.
Bir annenin oğluyum;
Resmi nikahlı
Kocası tarafından
Tecavüze uğrayan.
Gariptir ki yine de
Bakire kalan.
Memnun oldum.
Ben Aydın,
Bir annenin oğlu.
Yirmi birinci yüzyılda,
Yani yaşadığımız bu çağda,
Çok hoşuma gidiyor
Ölümü müjdeleyen
Orgazmların çığlıkları;
Çok hoşuma gidiyor
Şehvetin sarhoşluğu.
Ben Aydın,
Bir annenin oğluyum
Yirmi birinci yüzyılın.
Memnun oldum.

görsel: Garden of Luxor, 1973, Derek Jarman

son abdalın düşkünlük kabul töreninde söyledikleri

senin için güzel
her şey senin için
ellerim senin, gözlerim

dünyanın bin bir türlü hali,
bu sonsuz mavi uçurumdan düşen yalanlar
cilt cilt, dört büyük cilt, senin.
ve topraktan biten koca koca pipili adamlar,
futbol maçları, doru atlar ve halkoyunları
oratoryolar, entrikalar,
sıkılınca hemşirelere gitmeler filan.
akçin yörükoğlu atilla millik ortaokulu,
senin için.

Salih Babanın gördüğü yangın gibi
her yerimde sen, bırak!
sen bir doğurgan yalnızlık
ardında her şeyi az hüzünlü bırakır gider gibi
su kestaneleri gibi yeşil gibi
manavları bırakıp bir yeni bağlara
bahçelere gider gibi,
seni yollara, seni kavuşmalara,
seni isyanıma, seni seni!
en çok da elmacık kemiklerimde bulmayı seni.

dünyanın en güzel çiçekleri
nasıl kulağının arkası kokuyor, bilemezsin.

zaten insan yüzüyle yanaklarıyla sevmeli
bir kere gerçekten sevdi mi.
ister yedisinde ister yetmişinde olsun.

ben razıydım yoksa ömrümü adamaya
elinde terazisiyle o dilber kadınla
kol kola
haklıyı hakkıyla buluşturmaya.
gel gör ki,
her sabah ilk iş tıraş olmam,
allahı bıyıklarında bulmuş
tembel adalete hürmet ettiğimden ya da
birçok denizler kurutmuş
mahkeme koridorlarına değil,
senin için.

senin şu gözlerinde
kalabalık bir rüzgar, bir bildik deniz
eski bir türkü
anadolumun yüce dağları
dağların efendileri ağaları..
dört mevsim kışoğlukış palandöken’de
karların altına
sessiz bir bahar ektim
senin için
kar sularını toprağa
delişmen bir sevda gibi işledim.
çiçek açtım, filizlendirdim.
öksüz bir doğan buldum, tuttum sevindirdim.

insan yüzüyle yanaklarıyla sevmeli
bir kere gerçekten sevdi mi.
isterse bir dağ olsun.
tuttum palandökene
sinekkaydı bir tıraş çektim.

senin o ağustos çeşmeleri yüzünü buldu
içinin ürpermelerinden bir of çekti
karşıdaki şehirlere dert oldu
bir of daha çekti,
OOoof of
eteğindeki âşıkların sazlarına
karıştı, nazireler oldu
AŞIK SÜMMANİ AŞIK REYHANİ VE SITKI CANEY ATIŞMASI
Sümmani-ben en sevdalı yaşında bir delikanlı bir eşkıya
ben bacaları sigara diye tüttüren palandöken
ben yalnızlığa mahkum bir doğu ayazı

bir dedem var gençliğinde ayılarla güreşmiş
öbür dedem var tam onbir yaşında evlenmiş
bir de sevdam var onu sorma
hep zamansız gelmiş

onu sorma o içime yangın
onu sorma ben söylemem
karların üstüme üstüme yağmasında
bir bildiği var tanrının

onu sorma benim ezelden beri
gözlerime yaş değmemiş
hep denizlere dökülüp
kana bulanan asker bile
göğsümde donarak son nefesi vermiş

Reyhani-palandöken can sana
sen yiğitoğlu yiğit
sen eli ayağı koca ırgat
sen hep sancak nöbetinde
bizi rahat uyutan çavuş
sen en sevdalı yaşında
bir delikanlı eşkıya
ama ne zaman sana biri anadolu’yu sorsa
palandöken can sana
sen tutuk sen yavan sen gariban
sen öteki beriki sen bir yaban
iyi kalpli ve anlayışlı ve gösterişsiz
anadolu karşısında

Caney-bana güzelden bahsetme atık
büyümesin yalnızlığım
hiç yol görmemiş dağların ardında
ben deli deli yırtıcı kuşlara alışkın

benim sevdamla yalnızlığım böyle iç içedir
önce korktuğum babamdır
hiç okşanmamış başımdadır
bir vesikalığın ardında sonra
nasıl söylenir bilinmeyen sözlerin ardında
garipsi düğünler, silah seslerindedir
altıncı çocuğumun adı yeterdir.
sevdamı yalnızlığıma bağlayan
ikinci çocuğum kaderdir.
ben de bu şarkıyı bildim
cönküme inci inci dokudum.
sevdalı değil,
karasevdalıyız!
erzurum çarşı pazar
senin için

senin için güzel
her şey senin için
ben en doğulu yaşında delikanlı,
parça parça ettim kabuklarımı
buz tutmuş yargılarıma
kalbimi vura vura
ibrahim gibi
yana yana
çırılçıplak cümbür cemaat
aşka abana abana
CÜMBÜR CEMAATİN İLMİHALİ
cümbür cemaatinde imanın şartı 2’dir
biri aşka
biri abanış
cümbür cemaat aşka abanıyor

cümbür cemaatinden olabilmek için
şu sözleri 2 kez tekrarlamak yeterlidir
fly pan am drink coca cola
fly pan am drink coca cola

cümbür cemaat aşka abanıyoruz

hem cümbür cemaatinde
yalnız 2 ölümcül günah vardır
biri umut
diğeri obezite
hiç durmuyoruz, ummuyoruz
cümbür cemaat aşka abanıyoruz

cümbür cemaatin 2 de büyük farzı var
birinci aşk 2ncisi abanış
cümbür cemaat aşka abanış

cümbür cemaat geceleri uyumuyor
ibadet ediyor
ramazan ayında orucunu
sabah acıkınca açıyor
geceler boyu
cümbür cemaat aşka abanıyoruz

cümbür cemaatin günaha doygunluğu
şeytanı ürkütüyor
ne zaman bir güneş batsa
içimizden bıçak gibi ayetler geçiyor
gönlümüz parmaklarımızdan damlıyor
cümbür cemaat aşka abanıyoruz

cümbür cemaatin mucizeleri
gökten değil
topraktan gelir
ince bilekli
2 gözlü 2 kulaklı.
çünkü cümbür cemaatin allahı
ayet diye cümbür cemaat aşk indirdi.
cümbür cemaat bunu,
pek hoş bulurduk.

cümbür cemaat her yerdedir
cümbür cemaat karındır
ama unutmayınız ki
cümbür cemaat vegan değildir.

cümbür cemaat yamyamdır
dudak patlatır
süte kan karıştırır ve fikrimce
tüm yamyamlar biraz hümanist de olmalıdır.

cümbür cemaatin zemzemi
çıplak ayak şarabı
susadıkça içiyoruz,
cümbür cemaat aşka abanıyoruz
hep utandığım
şu koca ellerimle
insan saçı okşamayı öğrendim
senin için ve
tüm gerçeklerine inat newtonun
kuşların gökte kanunla uçmadığını
tüm halkımıza ilan ettim.
sonra bunu
dünyanın tüm çocuk ders kitaplarına
on dördüncü ünite
ilga kanun diye eklettim.
RESMİ GAZETE
tüm gerçeklerine inat
newtonun
yeni bir gerçek var
kuşlar gökte kanunla uçmuyor
çocuklar
lex posterior çocuklar
derogat
legi priori saçmalıklar
legi priori boomerlar
legi priori nefes darlıkları
legi priori çirkinler
legi priori ermeni soykırımı
ve unutmayınız ki
çocuklar
katil balınalar
katil değildir.
katil balınalar
katil değildir.
ama şu ellerimi güzel 
ben hiçbir yere yakıştıramadım
en iyisi al
yanaklarında dursun
300.000 Turgut’u bırak
burnumda tütüyorsun.
senin için güzel
şehirlere doldum,
anneme yabancılaştım,
senin için güzel
bir başıma
allahsız kaldım.

Görsel: Dani Lessnau, extimité.

pipim

Göstermem yakışık almaz
Buyrun anlatayım:
Pipimin en tepesinde küçük bir pusula bulunur
Erekte olduğumda tam yere paralel olur bu pusula.
Bunca yıldır bir kez olsun saptığını görmedim.
Bakır bir menteşeyle tutturulmuştur
Küçük bir kapağı,
Kapağının üstünde hünerli işlemeleri.
Bir kartalın engin vadiler üstünde süzülüşü resmedilmiştir.
1674 tarihinde
İstanbul’un Ermeni bakır ustaları yapmıştır.
Biraz aşağıya indiğimizde
Baş kısmının ipek bir kılıfı vardır.
Acil durumlarda bu kılıf,
Tepedeki ip çekilerek sıkılaştırılmak suretiyle
Kondom olarak kullanılabilir.
Kenarları dantellidir.
Şaftın etrafı zümrütlerle çevrilidir.
Bu zümrütler dönemin Mısır hükümdarının armağanıdır.
Zümrütlerden en küçüğü
Saat yönü tersine 90 derece çevrilirse
Şaftın alt kısmından mekanik bir tık sesi gelir.
Bu bölgeden özel bir dolma kalem çıkmaktadır.
Dolma kalemin yokluğu ereksiyonu bir miktar zorlaştırsa da
İkisine aynı anda ihtiyaç duyduğum pek nadirdir.
Dolma kalemin etrafı yine değerli taşlarla çevrilidir
Lâkin
Bu taşlar yeşil zümrüt değil kızıl elmaslardır.
Forbes’un “Most Valuable Artifacts of 21st Century” raporunda
Bu dolma kaleme
270 milyon dolar değer biçilmiştir.
-kuru gürültü-
Sol hayanın gözler ve ağzının yanı sıra
Kendine ait bir sindirim sistemi de mevcuttur.
Genelde kadife lacivert bir ceket giyer.
Çok büyük bir Wes Anderson hayranıdır.
Biraz boş konuşur.
Sağ hayam ne yazık ki bir sabah uyandığımda gitmişti.
Zümrütlerin içinde şarkı söyleyen peri kızlarıyla anlaşamıyorlardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse
Benimle de çok iyi anlaşamazdı.
Ancak açık konuşacak olursam,
Kızgınlık veya kırgınlıktan gittiği fikrini
Bir türlü kabul edemiyorum.
Sağ hayamın ailesinde definecilik geleneği vardı.
Doğu Beyazıt’ta kovaladıkları o işte
bir gelişme olmuş olacak mutlaka.
Yoksa sinirlenip bir gece dönüp gidecek biri değildir.
Kazı ekipmanları, kafa lambası da gitmişti ayrıca.
Ne var ki define işi pis iştir.
İki kuzeni kaybolmuş, abisi ise aklını yitirmişti.
Bizimki yine durmaz,
Anasının yalvarışlarına aldırmazdı
Definecilik bir yangın olmuş sarmıştı her yerini.
Yıllar yıllar önce Lübnan’da yaşadıkları bir macerayı anlatırken
Gözlerinin içi ışıldardı.
“Öyle normal lahit değil ha!”
Derdi.
“Nereden baksan 40-50 ton kayanın içinde.
Benim belim güçlüdür
Gel gör ki bizim Kirkor bir deri bir kemik.
Mecbur gittim yakındaki bir köye.
Önceki gün barbutta
Ne kadar şarap, sigara kazandıysam
Hepsini köylülere verdim.
Gece gündüz demeden vurdular kazmayı.
4. gün hava ağardı ağaracak
Bir kazma küçücük bir çatlak açtı lahitin içine.
Güzel kokularla beraber.
Bir mırıltı sardı ortalığı.
Herkes birbirine bakıyor.
Bir kadın sesi aramızda geziniyor
Çok uzun yıllar önce unutmuş bir melodi
Mırıldanıyor da mırıldanıyor.
Sesi de öyle güzel ki namussuzun
İpek gibi
Süt gibi.
Şanssızlıktır dediler
Ruhtur, peridir dediler
Cadıdır, tanrıdır, hayalettir
Cindir, şeytandır, dabbedir dediler.
Biri yılandır dedi
Biri rüzgardır
-En çok da o korktu haa-
Ne dediysem dinletemedim.
Kalan üç dört paketi elime tutuşturup
Koşa koşa uzaklaştılar.”
Ee derdim ben de
“Ee? Sonra ne oldu?”
“Ee’si yok.
Jandarma geldi dağıttı bizi
Sigaralarımı da aldı.
Lahitin içinden 50 milyonluk tarihi eser çıktı
İngiltere’de sergileniyor şimdi
Namussuzum
Gün gelecek orayı da yağmalayacağım.
Yağmalamazsam namerdim.”
Derdi.
Selametlik.

fotoğraf: flowers paradise series by Nobuyoshi Araki

I find love

Bir zihni nasıl görünür kılarsınız? Bu soruya bir edebiyatçı cevap verecek olsaydı, “Kelimelerin kaosunda, durulmaz bir akış içinde, noktalama işaretlerini dahi es ve pas geçerek, kontrollü bir sabuklamayla” diyebilirdi. Ama sinema, bilhassa da video söz konusu olduğunda cevap görüntünün kendisidir hâlihazırda. Gördüğünüz şey zihindir tüm yönelimselliğinde ve apaçık rastgeleliğinde. Film kendi payına bir zihin gibi çalışıyordu zaten: Her plan yönelimsellikten mülhemdi ve zaman-mekânsaldı (yani zamanı ve mekânı bir imgede dışavuruyordu). Videoda ise zihnin ilksel hâline, primordial zihinselliğe varırsınız: Zihnin kapıları ya da geçitleri vardır ve her imge bir diğerinde hâlihazırda, sanal olarak verilidir; piksellerin içinde, Türkçesiyle “imgecik”lerde moleküler ifadesini bulan, sürekli bir başka imgenin içinden türeyebileceği bir imgesellik (ya da imge kompleksi). Bir matruşka olarak zihin-imge.

Caroline Poggi ve Jonathan Vinel’in Aamourocean’ın “I Find Love” adlı parçası için yapmış olduğu video klip, müzik videosu her ne kadar tam manasıyla videonun moleküler kuvvetlerini açığa çıkarmasa da, Paikci bir izzeti nefise sahip olmasa da, kuşkusuz kendi payına zihinseldir ve ait olduğu zihin de bir incel’inkidir (ya da bir otaku’nunki… Ne olduğunu siz seçin).

Bu müzik videosunda birbiriyle ayrıkmış gibi gözüken zihinsel katmanlar olsa da, aslında tüm katmanlar hâlihazırda bir figür olarak gözümüzün önünde bulunan oğlanınki, ergeninki. Katmanlar şu şekilde sınıflandırılabilir: izlenen tutorial’ın zihinselliği, tutorial dışındaki dünyanın nesnel zihinselliği (“objektif imge”, as they say), bu dünyaya nüfuz eden cosplay’cilerin fantastik dünyasının zihinselliği ve son olarak, oğlan ile tutorial’daki kızı, dolayısıyla cosplay’cileri, öyleyse katedilmiş tüm imgeleri kesiştiren, kavuşturan, kaynatan gerçekdışı zihinsellik. Bu katmanlar, her biri bir diğerinde erime ve başı ile sonu birleşme vasfıyla klipteki zihinselliği şiirsel bir haleyle kaplar ve kurgu ile gerçek arasında mekik dokur. Müziğin şen gerçeküstülüğünü imgedeki nevrozla eşleyen bir mahiyeti vardır klibin.

Bütün bunlar ne anlama geliyor? Şiirsel bir hale de ne? Önce Jean Mitry’nin, ardından Pier Paolo Pasolini’nin, son olarak ise Gilles Deleuze’ün sözünü ettiği şey: (Bozulmuş hâldeki) aklı ve akli melekeleri bütün bir imgeyi rehin alan, zihinsel dünyası nesnel bir şekilde yansıtılamayacak kadar dengesiz bir karakteri merkezi imge (ya da Deleuze’ün dediği gibi, “nitelikli imge”) hâline getiren bir imgenin imali. Mitry buna “kişisel imge” diyordu, Pasolini “şiirsel sinema”, Deleuze ise “serbest dolaylı söylem” ve her birinde söz konusu olan, bu klipte olan bitenle aynı şeydir: Gerçekliği bir sorun olmaktan çıkartıp bir bilmeceye çeviren, imgenin nesnel ile öznel kutuplarını birbirine yediren bir süreç. (Figürlerin Bressoncu poker face’liği, mimiksizliği, “model”liği ise tüm bu sürecin hissini yoğunlaştırmak, yeğinleştirmek için.)

Nasıl anlarız bu sürecin böyle işlediğini? Bu müzik videosunda ilk görüntü ünlü anime serisi Berserk’teki Guts’ın koca kılıcını yapmanın püf noktalarını öğreten bir cosplayer’ın tutorial’ınınkidir, ama sanılanın aksine yalnızca bizim izlediğimiz ve bizi izlemeyen, dolayısıyla bilinci olmayan bir şey değildir bu video: Oğlan odadan çıktığı anda ekranın içinden ekranın öte yanında, yakasında bulunan bize bakar. Cosplay girl’lerin videodaki enflasyonundan ve alayından sonra ise anlarız ki içinde bulunduğumuz imgenin aidiyeti oğlanadır tastamam, o ki gerçekliği süreklilik arz edecek şekillerde “dokunulabilir” anime karakteriyle doldurur zira. Video klibin sonunda ise sıkıntıdan ve sinirden terk ettiği odasına geri döner oğlan ve ekrandan fırlamak suretiyle cismanileşmiş tutorial’cıyı odasında, yatağının üstünde bulur, elinde yapılmış kılıcın kendisiyle. Kılıcı ona uzatır kız ve en nihayetinde, geceleyin, bir ormanın içinde kaybolur ikisi, kılıç imgede yitmemeye devam eder vaziyetteyken. Bütün bunlar ise bize tek bir şey söyler açıkça: Baştan sona bir zihnin içindeyizdir ve bu zihnin fiktif akışında, o zihne sahip olduğunu düşündüğümüz, zihinsellik atadığımız kişi bile yok olup gider. Zihinselliğin atandığı figürü bile soğuran, hazmeden, yitirten bir zihinselliktir söz konusu olan. Geriye yalnızca kılıcın kalmasının anlamı budur: Fiktif artefakt, videonun kendisinde bir dirençli iz, diğer bir deyişle bir imprint olarak mesken bulan imge, gördüğümüz her şeyi sağlayan, matematiksel bir işlemde olduğu gibi sağlanan şeydir; kurguda evini bulan kurguda yitecektir. Gerçeklik kurgusaldır hâlihazırda ve bu düzeyde: Kurgunun ihtisas alanı olarak gerçeklik.

Peki, neden bir müzik videosu? Neden bir kısa film değil? “Fark var mı?” diye sorulacak. Haklı bir soru. Ama biz farklı bir cevap vereceğiz: Çünkü adı üstünde, klibi doğuran müziktir; kimi frekanslar karşılığını hiçbir şekilde gerçeklikte temellendirilemez, “gerçekçi” bir şekilde yansıtılamaz imgelem boyutlarının dışavurumunda bulur. I Find Love’da da olandır bu; gerçek aşkı ancak zihninizde bulursunuz ve aşk her zaman için nevrotiktir biraz. İdealinizi seversiniz ve bu idealin, tanımı ve doğası gereği, gerçek olması gerekmez, hatta olmasa daha iyidir: Bir anime kızına aşık olmakta (tıpkı Hatsune Miku’nun hologramıyla evlenen Japon adamın yaptığı gibi) aşkı tüm soyutluğunda yansıtan bir taraf yok mu? Nevi şahsına münhasır ve her daim şizoid kurgusallıklar inşa eden ve kendine has tune’uyla (son kertede white noise’a yakınsar) hemhâl bir duygudurum bozukluğu olarak aşk.


görsel: Caroline Poggi ve Jonathan Vinel, I Find Love, 2017, kaynak: MUBI

son’dan

Eşitlik çağrılarının doğruluğu ve haklılığı yanında – karşısında değil – mutlak ve ideal bir eşitliğin pekâlâ mümkün olamayabileceğine yönelik kuşkucu bir tavır takınmak, hassasiyet hazcıları ile flörtünüzü sonlandırabilir. Egemenler ile onların gayri resmi gönüllü uzuvları durumuna düşen düz insanların hemen her fırsatta eşitlenmeciliğe yönelik ucuz söylemleri, şüphesiz onların olası bir eşitlikten duydukları tedirginlikten temelleniyor; virüs karşısında tüm insanlığın eşitlendiği alıklığı, aynı gemiyi – neden hep gemi, Nuh’un b*k yemesi mi? – paylaşma hevesi, tek ses/tek yürek olma niyeti… Tüm bunlara, salgından bağımsız bir halde, mesafelenme arzusu güdüyor iseniz, kalabalığın ve gürültünün kaynağını besleyenlerle eşit olmak isteyebilir misiniz? Bu pekâlâ mümkün olsa bile? Eski ya da yeni normalin özgürlükler âleminde, mesafelenme tercihi söz konusu olduğunda fırsat eşitliği öngörülmediğine göre, mevcut haliyle, yer kürenin bozguncularca bozulmuşluğundan uzak durmak da bir seçenek olmalı. Ve şüphesiz(!) ki her tercihe saygı duyulmalı; bu sizin sonunuzu getirse bile. Sonların en kaçınılmazı, baş belası, baştan çıkarıcısı ölüm bile esasında bir eşitlik sağlayıcı olamamakta. Ölümün, koşullar her ne olursa olsun ardıllarına ve artıklarına bıraktığı duygu durumları üzerinden benzeşimler yürütülebilir belki, fakat haberdar olunan bir ölüm ile sürpriz kozunu kullanan arasındaki aleni farklılık sonların, pekâlâ kişiselleştirilmiş, özerk alanlar olarak kodlanmasına imkân tanıyor. Elbette bu imkân, herkes tarafından kullanılabilir olmaktan uzak. Somut durumların hiç de soyut olmayan müdahaleleri, zamansız sonlara mecbur bırakıyor pek çoğunu, hatta sonlandırıyor birçoğunu. Her şeyin sonunun olduğuna dair önkabul, sokak ağzının dini bütünlüğü adeta. Hâlbuki zaman/mekân uzamlarını algılamakta zorluk çekenler, algılatmayanlar eşliğinde böylesi iddialı anlatılar dile getirememeli, buna bir son verilmeli!

Sonlu bir tür olmanın bilinci, onulmaz kaygıda bizleri birleştirdikçe, kaygıyı gevşetme konusunda kişiselleşerek benliğimizi kurgulamayı deniyor. Bu, oldukça ihtişamlı ve meşakkatli bir uğraş olarak, büyük çoğunluğun, o bayıldıkları biricikliklerini bir an için rafa kaldırıp, sürülerle, kümelerle hareket etme kolaycılığına yol açıyor. Tam da bu yüzden, cennet tasvirleri olması gerekenden daha az çeşitlilik göstermekte. Aslında her şey daha demokratik olmaz mıydı, sekiz küsur milyar adet cennetimiz olsa, inanç olması gerektiği gibi kişiselleşse? “Cennetler Yarışıyor” izlesek hep birlikte? Her şeyin sonlu olduğu rehavetinin, sözde biricikliğimizin sonluluğu hakikatiyle boy ölçüşememesi, kitleleri dinlerde yığılmaya davet ediyor. Hâlbuki dinler, tekil ya da çoğul tanrılı fark etmeksizin, insanın bilincinden doğan kaygı ve korkusuna şükretmeli; insanlar o dinlere ve tanrılarına şükretmeden evvel. Şükretmeler etkileşimli ve eşitlikçi olmalı! Haklı olarak korkak ve de kaygı dolu bir tür olmasaydık, dinler meydana gelebilir miydi? Dinler olmasaydı korkudan yaşamayı unutan bir türe indirgenmez miydik, bilinç ile – belki de bilinçle – lanetlenmişliğimizle?

Sonumuzdan bihaber kalmak öylesine büyük bir bilinmeyen ki, başlangıcımızdan/kaynağımızdan bihaber olduğumuz gerçeği gölgeleniyor. Nereye gideceğimize dair – ya da bir yere gidip gitmeyeceğimize dair – fikrimiz yokken, aslında nereden türediğimize dair uzamlı yanıtlardan da mahrumuz, şimdilik. Ama şımarıklığımız, zahmetli olabilecek bir sonsuzluk özlemi yerine aşamalarla, alıştıra alıştıra gelen bir daha sonrası sürümünü talep etmeye yöneltiyor bizleri. Yola nereden başladığımızı ve yolun nerede neticeleneceğini bilmeden, arada, yolda kalmışlığımızla bir son talep ediyoruz, esasında önemli olanın süreç olduğunu düşünmeye çaba harcasak da. Sondan sonrası, cennet/cehennem ya da araf/limbus, sürümleriyle içimize su serpiyor. Fakat sizleri de endişelendirmiyor mu, yazılı cennet ve cehennemlerin eşitsizliği, avamlığı, tekdüzeliği, ilkelliği, sıkıcılığı, yoksunlukları aşikâr tamamlanmışlıkları? Güvenli bölge ve sürü taraftarlığının neticesi olarak, kümeler halinde inanılmış cenneti de cehennemi de gölgede/geride bırakmış, anlatıldığı kadarıyla cennete de cehenneme de üstünlük kurmuş bir türün, sondan sonrası, bu kadar geride kalmış olabilir mi? Olacak iş değil!

Tüm bu kapsayıcılıklarına rağmen sonların – sonun bile eşitleyici olamadığı gerçeği kabul edilerek – birbirine benzemezliğiyle ne yapmalı? Ne yapılabilir ki? Zamanı ölçme gayretimizin karşılığını almışlığımızla, son dendiğinde aklımıza ölümün, bitme/sonlanma eylemine karşılık olaraksa başlangıcın gelmesi doğal. Bilinen(!) halleriyle cennet ve cehennemi geride bırakacak kadar gelişmiş, olağanüstü ve aşağılık bir tür olarak; somutlayarak ve soyutlayarak yaşadığımız destanlar, destansı düşünmenin tetikleyicileri. Ancak ölçüsüz bir hüviyete bürünmek had aşımını da beraberinde getirmiyor mu? Bağırganlaşmadan, uçmadan da yükselmek olasıdır. Hatta, günün birinde, metaforik olarak yükseğin değil alçağın olumlandığı bir evrede, usullaşmadan ve yerle bir olmadan da alçalmak olasıdır, diyeceğiz, demeliyiz. Tıpkı usçu ölçülülüğü ile anonimleşmeyi göze alırken okur çoğunluğunda biricikleşen Oruç Aruoba gibi, sonu ve yolu törpüleyen, kursakları düğümleyerek açan, şair filozofumuz gibi, onun “yazılamayan zamanı”nda olduğunca;

Her şeyi yazarım da
zamanı yazamam –
o yazar çünkü
beni.
Yazar beni
yavaş yavaş
özenli –
azalta azalta
görkemli –
sanki
dolduracakmış
olduracakmış
gibi.
Halbuki
sıyırıp düşürmüştür
tırnağımdaki çürüğü
parmağımdaki yarayı
kabuk kabuk
geçirmiştir –
geçerken, sanki
çoğalta çoğalta
yazarak
beni:
özenli
görkemli.”

Peki görkemsizler? Gündelik ve aheste sonlar? Başak tarlalarında sonsuza dek koşma isteğinin, sonlanma olasılığını baskılayacak edebi ebediyetiyle başa çıkmak ne mümkün! Yine de, flanöz iç sesiyle düşünüyor insan, sona dair bilgilendirilmiş olmak veyahut sonun tehdidini her an hissetmek, koşuştaki coşkuyu kışkırtır mı diye, zarif bir umutla. Gündüzdüşlerinin hâkimiyetini yitirerek sonlanmasını, düşlerin öznesiyken bile önleyemeyen halimiz, rüyaların bilinç ardında kişiyi kuklalaştırarak baştan çıkarmasının da bir sonu olduğuna şaşmamalı.


fotoğraf: Luis Alberto Rodriguez’in “O” serisinden, 2023.



© Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .