Eşitlik çağrılarının doğruluğu ve haklılığı yanında – karşısında değil – mutlak ve ideal bir eşitliğin pekâlâ mümkün olamayabileceğine yönelik kuşkucu bir tavır takınmak, hassasiyet hazcıları ile flörtünüzü sonlandırabilir. Egemenler ile onların gayri resmi gönüllü uzuvları durumuna düşen düz insanların hemen her fırsatta eşitlenmeciliğe yönelik ucuz söylemleri, şüphesiz onların olası bir eşitlikten duydukları tedirginlikten temelleniyor; virüs karşısında tüm insanlığın eşitlendiği alıklığı, aynı gemiyi – neden hep gemi, Nuh’un b*k yemesi mi? – paylaşma hevesi, tek ses/tek yürek olma niyeti… Tüm bunlara, salgından bağımsız bir halde, mesafelenme arzusu güdüyor iseniz, kalabalığın ve gürültünün kaynağını besleyenlerle eşit olmak isteyebilir misiniz? Bu pekâlâ mümkün olsa bile? Eski ya da yeni normalin özgürlükler âleminde, mesafelenme tercihi söz konusu olduğunda fırsat eşitliği öngörülmediğine göre, mevcut haliyle, yer kürenin bozguncularca bozulmuşluğundan uzak durmak da bir seçenek olmalı. Ve şüphesiz(!) ki her tercihe saygı duyulmalı; bu sizin sonunuzu getirse bile. Sonların en kaçınılmazı, baş belası, baştan çıkarıcısı ölüm bile esasında bir eşitlik sağlayıcı olamamakta. Ölümün, koşullar her ne olursa olsun ardıllarına ve artıklarına bıraktığı duygu durumları üzerinden benzeşimler yürütülebilir belki, fakat haberdar olunan bir ölüm ile sürpriz kozunu kullanan arasındaki aleni farklılık sonların, pekâlâ kişiselleştirilmiş, özerk alanlar olarak kodlanmasına imkân tanıyor. Elbette bu imkân, herkes tarafından kullanılabilir olmaktan uzak. Somut durumların hiç de soyut olmayan müdahaleleri, zamansız sonlara mecbur bırakıyor pek çoğunu, hatta sonlandırıyor birçoğunu. Her şeyin sonunun olduğuna dair önkabul, sokak ağzının dini bütünlüğü adeta. Hâlbuki zaman/mekân uzamlarını algılamakta zorluk çekenler, algılatmayanlar eşliğinde böylesi iddialı anlatılar dile getirememeli, buna bir son verilmeli!
Sonlu bir tür olmanın bilinci, onulmaz kaygıda bizleri birleştirdikçe, kaygıyı gevşetme konusunda kişiselleşerek benliğimizi kurgulamayı deniyor. Bu, oldukça ihtişamlı ve meşakkatli bir uğraş olarak, büyük çoğunluğun, o bayıldıkları biricikliklerini bir an için rafa kaldırıp, sürülerle, kümelerle hareket etme kolaycılığına yol açıyor. Tam da bu yüzden, cennet tasvirleri olması gerekenden daha az çeşitlilik göstermekte. Aslında her şey daha demokratik olmaz mıydı, sekiz küsur milyar adet cennetimiz olsa, inanç olması gerektiği gibi kişiselleşse? “Cennetler Yarışıyor” izlesek hep birlikte? Her şeyin sonlu olduğu rehavetinin, sözde biricikliğimizin sonluluğu hakikatiyle boy ölçüşememesi, kitleleri dinlerde yığılmaya davet ediyor. Hâlbuki dinler, tekil ya da çoğul tanrılı fark etmeksizin, insanın bilincinden doğan kaygı ve korkusuna şükretmeli; insanlar o dinlere ve tanrılarına şükretmeden evvel. Şükretmeler etkileşimli ve eşitlikçi olmalı! Haklı olarak korkak ve de kaygı dolu bir tür olmasaydık, dinler meydana gelebilir miydi? Dinler olmasaydı korkudan yaşamayı unutan bir türe indirgenmez miydik, bilinç ile – belki de bilinçle – lanetlenmişliğimizle?
Sonumuzdan bihaber kalmak öylesine büyük bir bilinmeyen ki, başlangıcımızdan/kaynağımızdan bihaber olduğumuz gerçeği gölgeleniyor. Nereye gideceğimize dair – ya da bir yere gidip gitmeyeceğimize dair – fikrimiz yokken, aslında nereden türediğimize dair uzamlı yanıtlardan da mahrumuz, şimdilik. Ama şımarıklığımız, zahmetli olabilecek bir sonsuzluk özlemi yerine aşamalarla, alıştıra alıştıra gelen bir daha sonrası sürümünü talep etmeye yöneltiyor bizleri. Yola nereden başladığımızı ve yolun nerede neticeleneceğini bilmeden, arada, yolda kalmışlığımızla bir son talep ediyoruz, esasında önemli olanın süreç olduğunu düşünmeye çaba harcasak da. Sondan sonrası, cennet/cehennem ya da araf/limbus, sürümleriyle içimize su serpiyor. Fakat sizleri de endişelendirmiyor mu, yazılı cennet ve cehennemlerin eşitsizliği, avamlığı, tekdüzeliği, ilkelliği, sıkıcılığı, yoksunlukları aşikâr tamamlanmışlıkları? Güvenli bölge ve sürü taraftarlığının neticesi olarak, kümeler halinde inanılmış cenneti de cehennemi de gölgede/geride bırakmış, anlatıldığı kadarıyla cennete de cehenneme de üstünlük kurmuş bir türün, sondan sonrası, bu kadar geride kalmış olabilir mi? Olacak iş değil!
Tüm bu kapsayıcılıklarına rağmen sonların – sonun bile eşitleyici olamadığı gerçeği kabul edilerek – birbirine benzemezliğiyle ne yapmalı? Ne yapılabilir ki? Zamanı ölçme gayretimizin karşılığını almışlığımızla, son dendiğinde aklımıza ölümün, bitme/sonlanma eylemine karşılık olaraksa başlangıcın gelmesi doğal. Bilinen(!) halleriyle cennet ve cehennemi geride bırakacak kadar gelişmiş, olağanüstü ve aşağılık bir tür olarak; somutlayarak ve soyutlayarak yaşadığımız destanlar, destansı düşünmenin tetikleyicileri. Ancak ölçüsüz bir hüviyete bürünmek had aşımını da beraberinde getirmiyor mu? Bağırganlaşmadan, uçmadan da yükselmek olasıdır. Hatta, günün birinde, metaforik olarak yükseğin değil alçağın olumlandığı bir evrede, usullaşmadan ve yerle bir olmadan da alçalmak olasıdır, diyeceğiz, demeliyiz. Tıpkı usçu ölçülülüğü ile anonimleşmeyi göze alırken okur çoğunluğunda biricikleşen Oruç Aruoba gibi, sonu ve yolu törpüleyen, kursakları düğümleyerek açan, şair filozofumuz gibi, onun “yazılamayan zamanı”nda olduğunca;
Her şeyi yazarım da zamanı yazamam – o yazar çünkü beni. Yazar beni yavaş yavaş özenli – azalta azalta görkemli – sanki dolduracakmış olduracakmış gibi. Halbuki sıyırıp düşürmüştür tırnağımdaki çürüğü parmağımdaki yarayı kabuk kabuk geçirmiştir – geçerken, sanki çoğalta çoğalta yazarak beni: özenli görkemli.”
Peki görkemsizler? Gündelik ve aheste sonlar? Başak tarlalarında sonsuza dek koşma isteğinin, sonlanma olasılığını baskılayacak edebi ebediyetiyle başa çıkmak ne mümkün! Yine de, flanöz iç sesiyle düşünüyor insan, sona dair bilgilendirilmiş olmak veyahut sonun tehdidini her an hissetmek, koşuştaki coşkuyu kışkırtır mı diye, zarif bir umutla. Gündüzdüşlerinin hâkimiyetini yitirerek sonlanmasını, düşlerin öznesiyken bile önleyemeyen halimiz, rüyaların bilinç ardında kişiyi kuklalaştırarak baştan çıkarmasının da bir sonu olduğuna şaşmamalı.
fotoğraf: Luis Alberto Rodriguez’in “O” serisinden, 2023.