1977 yılında Bükreş’te dünyaya gelen Radu Jude, 2003’te Bükreş Medya Üniversitesinin Film Yönetimi bölümünden mezun olur. Costa-Gavras’ın “Amen” (2002) ve Cristi Puiu’nun “The Death of Mr. Lazarescu” (2005) filmlerinde asistan olarak çalışır. İlk uzun filmi olan “Cea mai fericită fată din lume/Dünyanın En Mutlu Kızı”nı 2009’da tama…
Bu bilgileri yazarken her yerden bulunabilecek yaşamöyküsü özetlerini kullanmadan bir giriş yapılamayacağını sanmamda neyin etkili olduğunu bilmiyorum: “Sanatçı aniden gökten karşımıza düşmesin!” “Romanya ve sinema tarihine meraklı bir yönetmeni tarihsizleştirmek olmaz!” “Geleneksel olarak yazıya üstünde durulacak karakteri tanıtıcı bilgileri kullanarak başlanır, sapmak olmaz.” “Düşünmeden yapılan seçimlerden sadece biri bu. Hepimizin günde yüzlerce kez yaptığı gibi.” …
Burada Romanya Yeni Dalgası’nın görece geç çıkış yapan yönetmeni Radu Jude’nin “Mubi” adlı film izleme platformunda Mayıs başında yayımlanan, “auteur”ün altı kısa filminden oluşan koleksiyon üstüne, biraz başına buyruk bir yazı hazırladım.
Radu Jude’nin ele avuca sığmaz kişiliğinin, çelişkilerden ve karşıtlıklardan güç ve ilham alan entelektüel duyarlığının, kendine has bir sinema dili oluşturmaya doğru giden iştahlı deneyciliğinin izlerini veya yansımalarını görebileceğimiz bu kısa film seçkisinde parçaları birbirine bağlamak için herhangi bir zihinsel işleme başvurmadım.
Bahsi geçen filmleri, kronolojik olarak şöyle sıralayayım: Lampa cu căciulă (2007), O umbră de nor (2013), Cele doua executii ale Maresalului (2018), Caricaturana (2021), Plastic Semiotic (2021) ve Potemkinistii (2022).
Şimdi bu filmlerle ilgili aldığım notlara geçebilirim. Bu arada boğazına kadar “gizezen”e (spoiler’a) batmış yazıcıklar bunlar, uyarmak isterim.
LAMPA CU CACIULA “Tüplü Televizyon” (Romanya, 2007, 23 dk.)
Bir zamanlar televizyon köy hayatını henüz çocukluğunu yaşayanlar için “çekilir” hâle getiren en önemli araçtı. Televizyon modern çağın kavalcısıydı da denilebilir. Çocukları ebeveynlerin gözleri önünde kaçıran, başka diyarlara götüren, meşru bir hırsızdı. Çocukların sadece bedenleriyle ailelerinin gözünde var olduğunu, zihnî ve ruhsal süreçlerininse açık ki görmezden gelindiğinin biricik anlatıcısıydı. Köyün yetişkin tabakası, ekranın karanlığını yaran mavimsi ışığın, kısa sürede görüntü dizisine, imge teknesine dönüşen karıncalanmanın bir uzaylı saldırısı olduğunu hiçbir zaman anlayamadılar. Nasıl olsa cihazın karşısında, büyülenmiş bir şekilde oturan, gözlerini ayırmadığı sürece nefret ettiği brokoli yemeğini bile nizasız bir şekilde mideye indiren, yaramazlığını bir okul önlüğü gibi çıkarıp sandalyenin sırtlığına asmış evladı duvar saati ne kadar kıpırdıyorsa o da o kadar hareket ediyordu. Gerçek şu ki bir on on beş yıl içinde köyde evlatlarının kuşağından neredeyse kimse kalmayacaktı. Uzaylılar onları büyük kentlerdeki üslerinde ağırlayacak, onlara her gün leziz ruh hastalıklarından ikram edecekti.
Radu Jude’nin, Rumen Yeni Dalgası’nın alevi henüz kırmızıyken çektiği bu ilk kısa filmi, Radu’nun çocukluk yıllarında, kırsal bir yerleşimde bozulmuş bir televizyonu tamire götürmenin ne kadar meşakkatli, yorucu, sabır sınayıcı bir deneyim olduğunu, koyu, gri bir tona sahip görüntülerini, karakterlerini izleyen kameranın doğal ışıkla yaptığı işbirliğiyle elde eden bir dille anlatıyor.
Baba ve oğul, televizyonu akşamki programa yetiştirmeye çalışırken geri kalan her şey değerini yitirir, yarışın sonlarına doğru iyice hızlanan bir atleti akla düşüren yağmurun tavandan arsızca sızışı, evin kadınının, annenin, temizlik ve yemek pişirmekle taranan uzun can sıkıntısı, babayla oğlu araca almayan otobüs şoförünün kendince haklı acelesi, tamir için sıra bekleyen adamların bozuk aletlerinin onlara önceliklerini kaybetmelerine yol açan küçüklüğünden ileri gelen huzursuzluğu, antenleriyle hayattan işaretler alan bir böceğin pamuk ipliğine bağlı ömrü, hiçbiri önemli değildir. Hepsi de taşıtla yol alırken aracın camlarından gelip geçen kavak ağaçlarının, evlerin, otların, koyu bulutların anlık var olup yiten, hemen yitmek için var olan imgesine sıkıştırılır.
İllüzyon, hayatı kendine benzetmeyi, yedeklemeyi başarmıştır. Televizyon bozulunca ekranın dışarısı içerisiyle yer değiştirir. Amaç, amaçsızlığa, yani hiçliğe varmaktır artık.
O UMBRA DE NOR “Bir Bulutun Gölgesi” (Romanya, 2013, 30 dk.)
Sadece ağır hasta için değil, onu çevreleyen, ona nezaret eden yakınlarınca da, ölümün iyice yaklaştığı saatlerde hayat bir şaka kadar, bir sakız balonunun şişip patladığı süre kadar kısa bir oluş olarak görünür. Bir rahip, ölmekte olanın isteği olsun olmasın, bir sebeple çağrıldığında ondan, onun siyah kıyafetinin ağırlığından hayatın kısalığı karşısında içi rahatlatacak bir çözüm önereceği, yahut aracısıyla beraber o ortamda bulunacağı varsayılan sonsuzluk ve kudretin bileşkesi sayılan tanrının bu sınırlı, tahripkâr hayatın yarattığı mağduriyetleri ortadan kaldıracağına inanmak istenir. Her şey olup biter, acı bedeni çiğneyip durur, ölüm son vuruşu yapmak üzere eldivenlerini giyerken boyuna yosun tutmuş bir din adamından ne beklenebilir? Sonsuz ve huzurlu bir hayatın gölgesini bilinçsizce uzanmış kişinin üzerine düşürmesini mi?
Peki, tanrı, sonsuz iyilik sahibi, neden kulları acılar içinde kıvranırken, hatta işlemez bir beyin ve bedenle öylece yatarken onu yanına, ölüler dünyasına almak yerine sevdiklerine bağışlamayı, iyileştirmeyi düşünmez? Radu Jude’nin bu kısanın uzunu filminde apar topar şuurunu yitirmiş bir kanser hastasının evine gelen rahipten hasta yakınlarının bir kısmının beklediği budur. Onu bu hayattan kopmasını hızlandırması değil, bilakis hastanın arzusuna da uygun bir biçimde sevdikleriyle aynı yerde kalabilmesini, bu dünyada tutunmasını sağlamak. Mademki yüce yaratıcı bu kadar iyi, bu kadar sevgi dolu niye bilinçli yaşamında daima iyi ve erdemli olmaya çalışmış, eceliyle ölecek kadar yaşlanmamış, üstüne üstlük ıstıraplı bir hastalıktan geçmiş bir insanın ölümüne karşı hiçbir şey yapmaz, sadece kayıtsızca onun maddi ve yakınlarının manevi tükenişini izler? Şayet bu kayıtsızlığın arkasında hasta yakınlarının bilmediği, ölmekte olanın gizli kalmış günahkârlığını bilmek yatıyorsa bu sessizliğin belki de olup olabilecek en yıkıcı izahı olurdu.
Rahibin duasını ruhsuzca, bezgince tekrar tekrar okuması sinir bozucudur. Oysaki kendisinden insanların çoğunun beklediği gibi, onların günlük işlerini gördüğü gibi davranmaktadır. O en olağan halindedir ancak hizmet verdiği insanlar olağandışı bir psikolojidedir. Onun hiç sorgulamadan yürüttüğü mini ayin oradakiler için en kutsal konuları sorgulamayı kışkırtacak mıymıntılıktadır. Rahip, hasta evine girene dek sivil giyimlidir, herhangi bir insanın sıradan deneyimlerine ve sıkıntılarına sahiptir. Az sonra onu tanrının temsilcisi olduğuna inanmamızı sağlayacak efsunlu özelliklerden büyük ölçüde yoksundur. Ateş basmasıyla, kolay benlik incinmeleriyle, aksayan adımlarıyla kusursuz bir Süpermen’e dönüşmesi beklenemeyecek bir Clark Kent’tir o. Yardımını isteyen ailenin şüpheciliğinin mumunu yakan da onun bu tanrının yüceliğine ters düşen pespayeliğidir.
İçine girdiği ailenin huzursuzluğu izleyicinin de yadırgamayacağı bir duygudur. Bununla birlikte rahibin sevimsiz bir adam gibi sunulduğunu da söyleyemeyiz. Hatta üzgün insanlar giderek isyankâr bir tona doğru seslerini yükselttiklerinde rahibe empati kurup onun adına üzülebiliriz. Filmi güçlü bir yapıt yapan da budur. Karakterlerine eşit mesafe koymayı kameranın konumu ve çekim seçimleriyle başarmış bu yapı düşünmeyi kışkırtan bir denge tutturmuştur.
Tanrının varlığı, varsa iyiliği belki de en güçlü şekilde hayatının yarısını hastalığına kaptırmış bir faninin ölümü anlatılırken sorgulanabilirdi. Burada Jude’nin karakterleri değil de fikirleri öne çıkarmak için mizansen yaratımı ve oyuncu yönetiminde “mutlak denge”ye hizmet eden kararlarının değerini iyice görünürleştirmek gerekiyor. Bu düşünce üreten sinemanın da anahtar kuralı sayılmalı: Karakterleri ne kadar nötrleştirirseniz fikirleri o kadar öne çıkarırsınız. Artık üstünüze sırnaşık bir paraşüt gibi inen bulutun gölgesini zihninizden gönderdiğiniz kararlı şimşeklerle kaçırtabilirsiniz.
CELE DOUA EXECUTII ALE MAREŞALULUI “Mareşalin İki İnfazı” (Romanya, 2018, 10 dk.)
Radu Jude bu tarihi-politik kısasında, 1940-44 yılları arasında başbakanlık yapmış Ion Antonescu’nun 1946 yılında, Komünist Halk Mahkemesi kararınca savaş suçlusu ilan edilerek infaz edilmesini konu edinen iki ayrı filmi karşılaştırır. Biri infazı kaydeden Ovidiu Gologan’ın sessiz filmiyken, diğeri 1994 yapımı, Sergiu Nicolaescu tarafından çekilen “Ayna”dır.
İnfaz olduğu gibi kaydedildiği için ondan yaklaşık 50 yıl sonra, farklı bir rejime kısa süre önce geçmiş Romanya’da bu konuda çekilmiş kurmaca bir filmde nelerin eklendiği veya çıkarıldığı gerçekten merak uyandırıcıdır. Yönetmen infaz töreni çekimlerini ve filmdeki ilgili bölümü paralel kurguyla izleyiciye sunar. Kurmaca filmde görürüz ki tarihi okuma yapılınca Nazilerle işbirliği yapmış bu siyasetçi ulusunun çıkarlarına ve değerlerine her zaman bağlı kalmış, onurlu bir vatansevermiş gibi gösterilmektedir. Sonuçta onu komünistler ölüme mahkûm etmiştir, sırf bu sebeple iyi bir insan olması gerektir! Okumanın yerini iyiden iyiye izlemeye bıraktığı yakın tarihimizde imgelerin nasıl bir araya getirildiği, onların hangi yapıntı metinlerle birleştirildiği tarihin nasıl aktığından, olayların aslında nasıl gerçekleştiğinden daha önemli bir konuma yerleşmiştir.
Jude’nin bu zekice karşılaştırma kurgusu tarih yazımına dair uğraşların hakikatin keşfedilmesine değil, aksine hakikatin iyice gizlenmesine yol açabileceğini, kurgu üstüne düşünen ilk dönem Sovyet sinemasının (Kuleshov’un) anlam yaratma deneylerinin neticelerini doğrulayarak bize göstermektedir.
Sinema her zaman güçlü bir propaganda ve ajitasyon aracı olmuştur. Kısa vadeli politik amaçlar için TV ve internet son yirmi yılda en elverişli medya olsa da orta ve uzun vadeli politik emeller için hâlâ sinema en etkili ideolojik aygıt konumundadır. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının üstünden otuz yılı aşkın bir zaman geçmesine karşın Batının film festivallerinde fazlaca yer bulan eski Demir Perde ülkelerinin etkin sinemacılarının filmlerine bakarsanız mevcutta sosyalizmi uygulayan güçlü bir blok varmış da ona karşı psikolojik savaş yürütülmesi gerekiyormuş gibi yahut mevcut liberal düzende her şey öbürüyle kıyaslanamayacak kadar iyi gidiyormuş gibi nefes almaksızın geçmişteki olumsuz deneyimlerin aktörlerini kötüleyen yapıtlara imza atmaktadırlar. Çünkü amaçlanan geçmişin travmalarından kurtulmak değil, her şeyin pazar ilişkilerine ve kanunlarına gören yürütüldüğü, ahlaki çürümenin en ileri seviyeye geldiği hâlihazırdaki düzene karşı yakın gelecekte belirecek -elbette hatalarından ders alarak dirilecek- yeni bir sosyalist düzen ihtimalini güç yettiğince azaltmak, sıfırlamaya çalışmak.
Radu Jude’nin bu perspektifle, liberalizmin maskesini komünizmin lehine çıkarıp fırlatmak gibi bir niyetle hareket ettiğini asla iddia etmiyorum. Nitekim Jude’nin bu filmle sinemanın şarlatan yönüne işaret ederek erdemli bir tutumu seçtiğini söylemek gerekir.
CARICATURANA “Karikatür” (Romanya, 2021, 9 dk.)
Büyük Sovyet yönetmen Sergei Eisenstein’ın Honoré Daumier’nin 19 yy.nin ünlü Fransız kurmaca karakteri Robert Macaire için yaptığı karikatürlerdeki uzuvların, özellikle sanki durgun denizi birdenbire coşturup yaran bir balinanın kuyruğu gibi kaldırılan kolların, açılan veya cebe sokulan ellerin, gerilen bacakların keskin mimiklerle yüksek bir ifade gücüne ulaşmış olmasına işaret edişinden yola çıkan Radu Jude bu çizgilerle dönemin mizah yaklaşımını taşıyan metinleri seslendirmeyle eşledikten sonra muziplik yapıp yaklaşık iki yüzyıl sonrasının, günümüzün haber başlıklarını temsilen sinemadan ünlü bir aktrisin, Gwyneth Paltrow’un adının kullanıldığı komik bir olayın sunumunu aynı çizgilerle beraber yapar.
Sonuç etkileyicidir. Eisenstein’ın tespiti doğrudur. Karikatürlerin çizgileri öyle etkileyicidir ki onlarla, isterse başından sonuna hayretlik bir saçmalığa sahip olsun- hangi iletiyi birleştirirseniz birleştirin belki bambaşka bir bağlam ve konuda bakan kişiyi tavlayacak bir bütünlük kurulabilmektedir. Bu durumda bakan kişi, şunu da ister istemez düşünmektedir: Dikkat çeken ögelerin uçlara vardırılarak, abartılarak sunulduğu karikatürde bile etki bu kadar fazlayken gerçekliğin görüntüsüne her sanattan açık ara farkla daha çok yaklaşan sinemadaki imgelerin izleyicideki etkisi, belli ki, tarifsiz bir ölçüye erişmektedir.
Hareketli imge dizisinin, karakterleriyle birlikte onları kuşatan dış dünyanın da bir bölümünü “şimdi” ve “burada”nın taradığı alana yerleştirip yansıtan bu engin yanılsamanın inandırıcılıktan en uzak, ciddiyetten hiç nasibini almamış, hatta rastgele düzülmüş sözcüklere bile belli bir miktar gerçeklik gücü aşılaması ürkütücüdür. Yine önemli keşfi sebebiyle Kuleshov’un adını anarak, günümüzün dezenformasyonun gırla kullanıldığı bir çağ olmasının sırrını belki ilk yine sinemada, onu o yapan kurguda aramak gereğini belirtmek durumundayız.
PLASTIC SEMIOTIC “Plastik Semiyotik” (Romanya, 2022, 22 dk.)
Oyuncaklar oldukları halleriyle kullanılarak, belki bazı kompozisyonlar için tuhaf ve komik şekillere sokularak insan türünün yaşamını üç aşağı beş yukarı özetleyen bir filmin ana malzemesi haline getirilebilirler mi? Öyle uygulanması çok zor olan bir fikir sayılmasa gerek. Yine de uygulanmamış olsa insan yaşamı üstüne düşünmenin bu pek sevimli biçimine rast gelememiş olacaktık.
Radu Jude’nin oyuncakları şık ve esprili bir dekor anlayışıyla fotoğrafik planlara aktarıp bunları bir albüm haline getirmesiyle ulaştığı bu ağırkanlı canlandırmada minik figürler neredeyse bir film yıldızı gibi hemen her karede caka satarcasına arzı endam ederler.
Ses kurgusu, bu kısada, elbette fotoğraf dizisinin bir filme dönüşmesinin başat unsurlarından biri. (Bir diğeri kurmalı veya otomat oyuncakların, karasinek gibi geçip giderken veya dönüp dururken planlara kazandırdığı hareket). Bununla beraber öyle büyük numaralar denemeye kalkışmadan alçak gönüllü, sade bir şekilde işlendiğini, basit ve tekrarlayan seslerin kullanıldığını görüyoruz. Ağlama sesleri, mö’lemeler, alarmlar, ritmik sesler…
Oyuncak fikrine geri gelirsek, oldukça kullanışlı bir malzeme olduğu aşikâr. Hayatın kocaman bir oyun veya oyunlar silsilesi olduğu analojisi bir kenarda dursun, oyuncak insanların birer kukla gibi ya içgüdülerince ya dış zihinlerce ya da kültür dinamikleri tarafından yönlendirildiğini, özgür iradenin hayali bir adlandırma olduğunu düşündürmek için de işlevli bir enstrüman. Kukladan farkı, yönlendirme iplerinin görünmez olmasının yanı sıra kaderinin onu oynatan çocuğa (veya ebeveyne) bağlı olarak sürekli değişebilmesi. (Hatta kukladan daha karakterli olduğunu da saptayabiliriz. Oynak, başı bükük, yığılmış değildir. Uzuvları daha iyi kaynamıştır, başı diktir, bir kimliğe sahiptir. Neyse…) Bu bile oyuncakların, canavar veya hayali bir karakter de olsa bir insana ne çok benzediğini ortaya koyar. Özgür değildir ama bir zihni olsa kendini özgür hissetmemesi için bir nedeninin olmadığı düşünebilir.
Oyuncakların idealize edilen, üstün veya önemli bulunan birtakım özellikler üstüne bina edildiğini de unutmayalım. Güçlü, fit veya güzel vücutlar, uzun, bakımlı saçlar, albenili bakışlar, sütun gibi bacaklar yahut az öncekilerin hiçbirinden yoksa süper bir güç vadeden bir kahraman kılığı. Oyuncakların yetişkinlerin arzularını çocuklara erken bir dönemde aşılanmak üzere üretildiğini de pekâlâ savlayabiliriz.
Filme dönersek, oyuncaklar, (barbie’ler de var içinde, savaşçılar, legolar da, hayvan figürleri de, süper kahramanlar da) insanın belli başlı evrelerini takip ederken bir yerden sonra sık sık erotize edilmiş ortamlara ve konumlara uygulanır. Bununla birlikte şiddet, kavga ve savaş planları bu pembe atmosferi yakalayıp dağıtmakta gecikmez.
Yaşlılık bölümüyle beraber film biterken dinozorlarla robotları bir arada görürüz. Hayatla ilgili düşünürken ilk karşımıza çıkan canlılarla yakın gelecekte belki de türümüzün sonunu getirecek olan otomatlar. Filmin adındaki “semiyotik/göstergebilim” burada, ilgilenilen konu dikkate alındığında nihai anlamına kavuşmaktadır. İnsan hayatı “önce”nin ve “sonra”nın birbirine en uzak olduğu yerde başlayıp birbirine iyiden iyiye yakınlaşıp dokunduğu, öpüştüğü yerde bitiyor.
POTEMKINIŞTII “Potemkinciler” (Romanya, 2022, 18 dk)
Radu Jude siyasi tarihle ve sinema tarihiyle hesaplaşırken, şimdideki hâkim ideolojik anlatıya göre tarihte öyle gerçekleştiği bilinmemesi gerekeni çağımızın bireyci ahlak anlayışıyla çarpıştırmaya devam ediyor. Sergei Eisenstein’ın “Potemkin Zırhlısı” (1925) filmiyle temasa girip o filmin atıfta bulunduğu tarihi olayla, Karadeniz filosunda görevli Rus donanmasına ait gemideki mürettebatın subay takımına başkaldırmasıyla (1905) ilgili bazı bilinmeyen tarihi hususlara değiniyor.
Orta yaşlı bir heykeltıraş adamla kültür bakanlığı yetkilisi olduğu anlaşılan bir hanım arasında, kırlar içinde Odessa’nın merdivenlerini hatırlatan dik basamaklı bir taş merdiveni tırmanırken geçen sohbette malum zırhlının sığınmasına izin veren Romanya Kralı 1. Carol’a, denizcileri iyi karşılayan, sonradan “Potemkinciler” diye anılacak Rumenlere Eisenstein’ın filminde yer verilmediği bahsi açılır. Adam, Potemkinciler’in anısına devasa bir heykel yapmak istemektedir ama yetkili hanım bu ismin komünist tınlamasından ötürü pek memnun değildir.
Filmde tarihi önemi haiz konular üstüne konuşulur, ancak bir dönemin idealist insanlarının hak ettiği takdiri görebilmesinin amaçlandığı bir eserin imali bahsine girizgâh olan bu hararetli konuşma sonunda tarafların pazarlık yaptığı bir yere varır.
Heykelini mutlaka yapmak isteyen sanatçı için tarihi gerçeklerin rolü tartışmalı bir neliğe bürünür. Heykeltıraş için geçmişin gölgede kalan “erdemli” insanları hakikatin sahnesinde alkışlanmak üzere hatırlanan ve hatırlatılan varlıklar olmaktan çok kendisine iyi kariyer fırsatı yaratacak birer kullanışlı malzeme değeri taşımaktadır. İktidar yetkilisinin sansürcü istekleri sanatçının uzlaşmacılığıyla karşılık bulur.
Günümüzün (muteber) insanı tam olarak böyle değil mi? Hayattaki seçimleriyle (herhalde) elde etmek istediği şey, ilke ve etik değer bırakmayan, ardı arkası kesilmeyen pazarlıklarının neticesinde karşısına çıktığını sandığı ölümsüzlük çeşmesinden musluğun yanına zincirlenmiş metal kupayla kana kana su içmek!
Yazacaklarım şimdilik bu kadar. Yazının başlığına basit bir kısaltma işlemiyle “Ra-Ju” dedim. Bu altı kısa filmin Radu Jude sinemasını iyi bir şekilde yansıttığını düşündüğüm için. Böyle.