© 2022 Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .

diyalog: Gündüz Vassaf – II. Kısım

Şubat 1, 2024

Paylaş

“Dünyanın belirsizliği ortada. Bir kaybolmuşluk ortada, siyasi sisteme güvensizlik ortada.  Göçlerle ulus devlet anlayışının iflası ortada. Çünkü aynı dil, aynı din, aynı ırk falan değil artık.”

apart’ın kalem düşkünlerinden Biriz Öztüzemen ile Bilgen Özbay’ın Gündüz Vassaf ile yaptığı zihin açıcı söyleşinin ikinci kısmı yayımlandı. Kaçıranlar için birinci kısım burada;

Bu arada, Türklerin aşağılık ve üstünlük kompleksinin nedeni? Şimdiki zamanı hakikatten yakalamalı mıyız? Ölümsüz olmak mümkün mü? Başlayalım…

Meraklı/Şüpheci Thomas, 1602-1603, Caravaggio
 


Bilgen: 
Kendimizin tutsağı olmadan dünyaya bakma imkânımız var mı? Eğer varsa nasıl başarabiliriz?

Gündüz VassafBu çok kolay ve çok zor. Âşık olarak, âşıkolma hali tabii ki. Yani müzik olabilir, çiçek olabilir. Birlikte dansı yarattığınız, ilişkiyi yarattığınız kişi olabilir. O zaman kopuyorsunuz. Bunun ismi var, Stendhal sendromu. Adam bir resim önünde kaybediyor kendisini, neredeyse sara krizi, epilepsi nöbeti geçirecek gibi oluyor. Tanrısıllaşıyor, uçuyor, gidiyor. Nadir olan dakikalar bunlar hayatımızda ama o âşıkolma halini birçok kişi yaşamıştır. Her şey o kişiyle daha çok yaşadığımız bir şey ama sanatta da yaşadığımız oluyor. Yani âşık olarak, tutsaklığı bitiren âşık olmak. Ama aşkı sahiplenmemek tabi, sahiplendiğimiz anda bir nesnede, bir kişide vesaire… O artık takıntı oluyor ve artık o aşk olma halinden çıkıyor. Sahiplenmek oluyor, başka bir şey oluyor. “Benim” demek oluyor.

Bilgen: Kendilik haline dönüştürmemek gerekiyor herhalde bu durumda. İşte âşık olma hali böyle üstün bir histir ya hani. Kişi olarak da demiyorum. Bir parçayı çok beğenir belki yüz defa arka arkaya dinleriz. Yani bir delilik hadisesi gibi. Bir başkası bunu duysa ne yapıyorsun diyebileceği noktalarda ya da bir filmi ya da bir romanı. Bizim için dediğiniz gibi artık o tutku, hırs haline, sahiplenme haline gelmeden, kendilik haline getirmeden hissedebilmek ile ilgili. Belki de bunu aklımızın bir kenarına yazacağız.

Gündüz VassafHer seferinde o mucizeyi yaşıyorsanız, hatta farklı mucizeler de yaşayabilirsiniz. O zaman gitsin ama bir tekrara dönüşüyorsa, bir kaçışa dönüşüyorsa o zaman o da başka bir şey.

Bilgen: O da hissettiriyor mutlaka kendini, o zaman bırakma haline dönüyoruz. 

Biriz: Evet, aslında tutsak kavramını açarsak, özgürce harekete engel olunan, ya da el konulan düşman diye de bakabiliriz tutsak kavramına. O zaman benim aklıma tabi kişinin en büyük düşmanının yine kendisi olduğu geliyor. Özgür olduğumuzu düşünsek de hala en önemli düşman aslında kendimize, kendimiziz. İnsan hep ötekine gözünü dikmekten kendini göremiyor aslında. Yani işin kritik noktası burada diye düşünüyorum ben. Kendi varoluşuna yönelen insan, sonunda hani mutlu olsa da olmasa da sonuçta bir hakikati yaşıyor. Gerçi artık kendimize dönmeyelim, kendimize bakmayalım artık, bu devirleri geçtik de diyorsunuz ama en azından en büyük düşmanımızın kendimiz olduğunu da kabul etmemiz gerekir diye düşünüyorum.

Gündüz VassafOnu Stoacılar söylüyor, fakat daha çok maddi şeyler için söylüyorlar tabii. Yani hiçbir şeyim olmasa, etkilenmesem… Yani dünyada her şey bir sinek vızıltısı veyahut da Everest dağı kadar yüce, güçlü, beni ezen de olabilir. O felsefe bunu hallediyor. Ama halletmediği; her şeyi kabullenmekle isyanı kaldırıyor. Stoacılar isyan etmiyor. Roma’nın o düzenini kabul ediyor. Gerekirse de onurları için kılıcı gövdelerine saplayıp intihar da ediyorlar. Yani kabullenmek, isyan etmemek bir yere kadar ama isyan etmeden de bir şey bulamayız. Aradığımız yolda, bulmak değil ama aradığımız yolda gidemeyiz. Yani güzel için, adalet için, gidemeyiz.

Bilgen: Peki yol demişken şimdi hep bir arayış, hep bir anlamlandırma, amaç içerisinde gittiğimizden şimdiki zamanı bulamıyoruz. Bilemiyoruz. O nerede? Sizi refere ederek… ‘İnsan daima şimdiki zamana ihanet etmiştir’i hiç unutmuyoruz. Bu durumda bu toplumsallık içinde geldiğimiz şu modern dünyada şimdiki zamanı yakalama düşüncesi üzerinde düşününce bile, geçiyor gidiyor. Nasıl yakalayabiliriz şimdiki zamanı? Bu konuda bize ne önerirsiniz?

Gündüz VassafAman yakalamayalım. O bizi yakalamaya çalışıyor çünkü. Kırsal kesimde, o zamanlar elektrik yok, televizyon yok, şu bu yok. Yani günde azcık film seyrediyorsak, roman da okuyorsak, şarkı da dinliyorsak, bir gün içinde yüzlerce aşk ve binlerce ölüm yaşıyoruz. Yani sırf haberlerde beş yüz kişi öldü, ondan sonra o trafik kazasında öldü, o intihar etti, aynı gün içinde ölümün farklı dillerini yaşıyoruz, aşkın farklı dillerini yaşıyoruz. Açlığın farklı dilde yani daha makinelere geçmeden, sanayiye geçmeden bir kişinin ömrü boyunca gördüğü ölüm ikiyi üçü geçmezdi, yaşadığı aşk belki birdi, belki hiçti. Kendimizi bilakis korumamız lazım. Yani bu uyarıcılardan kendimizi korumamız lazım. Hastayız hepimiz. Yani bir uyarı bombardımanındayız. Bir şizofreni var, toplumsal bir şizofreni var. Bunu kaldıramıyoruz. Kaldıramadığımız için de depresyondan tutun, alkolizm vesaire, mutsuzluk, tartışma, kavga etme, saldırganlık yani sayısız patolojiler ile dolandık.

Bilgen: Başa çıkma yöntemlerini de bilmiyoruz değil mi? Çünkü dediğiniz gibi geçmişte insanların yaşadığı bir, iki, yakın çevre ölümleri iken şu anda karşısında olduğumuz keder ve acıyla bizim başa çıkma yöntemimiz yok. Geleneksel bir yöntem bilmiyoruz bu konuyla da ilgili. 

Gündüz Vassaf: Başa çıkma yöntemimiz, olup biten her şeyi yakalamak, kendimizi bir şeyin dışında hissetmemek. O moda da olabilir, şarkı da olabilir. Özellikle ergenlik çağında her şeyi yakalamaya çalışıyorsun. Çünkü dışlanmak istemiyorsun. En çok ait olmaya gayret ettiğimiz bir yaş o. Akranlarımıza aidiyet tabii ki düzene aidiyet değil. Yani inanılmaz. Onlar da bizi tavlamak için şeyler uyduruyorlar, mallarını satmak için. X kuşağı, Y kuşağı, Z kuşağı bilmem ne. Bunlar hep satıcıların yarattığı kimlikler, kuşak kimlikleri vs. Daha ben bu yaştayım, demek ben buyum diyorsun. Sonuç Z kuşağı şunu da beğeniyor falan filan işte Z kuşağı diye. Oradan kuşağına da ters düşmemek için o malları satın almaya başlıyorsunuz. Şarkıları dinlemeye başlıyorsun. Öyle pazarlıyorlar çünkü onu. Yani opera pazarlasalardı Z kuşağına, Z kuşağı dediklerine, Z kuşağı Verdi dinliyor… İşte şu aryayı çok seviyor diye bir pazarlama yapsalar, Verdi’nin operaları uçar giderdi.

Biriz: Belki yine biraz sizi üzecek ama kitabınızda en başta alıntıladığınız rahmetli Mehmet Hikmet’in bir sözü var: “Yürüdüğün yola değil, gökyüzüne ve yıldızlara bakarak yürüyeceksin.” Bu tavsiyeye uyumlu bir yaşamla, modern dünyanın girdabından kendimizi kurtarabileceğimizi düşündüm, onu okuduktan sonra. Hakikat tam orada, o sonsuzlukta mı acaba? Geçmişe değil, geleceğe değil, anı yakalamak da değil de… Yoksa acaba ille bir derdimiz mi olmalı hayatta? Bu dert de işte, biliyorsunuz, neslimize bakarsak, mutluluk dert sahibi olmakla bir görülürdü bizim geleneğimizde. Modern dünyanın zıttı yani Doğu geleneği bize doğru yolu gösterecektir bu anlamda diye düşünüyorum. Hatta günümüzdeki Batı aydınlarına baktığımızda onların da tekrar gözünü Doğu’ya çevirdiğini görüyoruz. Yani kurtuluş orada olabilir mi sizce? Bu felsefede…

Gündüz VassafDoğu dillerini bilmeden doğunun felsefesini benimsemek çok zor bir şey. Örnek şu, ABD’de Kızılderili toplumları, giderek, tabi azınlıkta oldukları için toplumla kaynaşıyorlar, ana dillerini konuşmaz oluyorlar. Birçok akım da aman çocuklar ana dillerini öğrensinler diye daha sıfır yaşından yoğun bir şekilde, daha İngilizceye bile tabi tutmadan, bir tür kamplarda ana dil eğitimi veriyorlar. Geçen gün Harvard’ın Antropoloji müzesinde izlediğim kısa belgeselde çocuk bazı cümleleri güzel söylüyor, öğretmen onun başarısını kutlamak için “give me five” diyor hareket yaparak, beyaz adam kültüründen gelen hareketle kabile dilinde söylüyor. Fakat hareket beyaz adamdan gelen bir kültür. Onlar bile bu kadar öz kalmaya çalışırken beyaz adamın kültürünü yansıtabiliyor. O yüzden Doğu felsefesini anlayabilmek için ilk önce o dillerin etimolojisini bilmek lazım, iyi bir çevirmen gibi. Yani Dostoyevski çeviren bir çevirmen gibi. Dostoyevski’yi bize iyi anlatabiliyor çünkü Rusçayı biliyor. Rusçayı bilmese anlatamaz ve bir kitabı esasından değil de, örnekteki Rusçadan değil de ondan Almancaya çevrilmiş, Almancadan Türkçe’ye olduğunda çok şey kaybediyor. Yani Türkiye’de Cevat Çapan bile Yunan şairlerini İngilizce’den çevirdi. Cevat Çapan bile, olacak iş değil. Ama şu kesin, yani bu Batı felsefesi değil de Batı yaşam biçimi diyelim bir iflasın eşiğinde olduğunu, artık düzenin başında olan kişiler bile hissediyor, dile getirmeseler bile. Ama kapitalistler mesela artık ilk defa kapitalizm kelimesini kullanmaya başladı. Büyük şirketlerin başındaki insanlar… Otuz yıl önce kapitalizm kelimesini sadece komünistler ve solcular kullanırdı. Demek ki bir dönüşümün, büyük bir dönüşümün ve iflasın eşiğindeyiz. Oradan Batı kendi dilini bulacak. Doğunun da etkisiyle tabii. Çünkü o arayış ona birçok şey getiriyor. Kendi dilini bulacak. Ama bildiğimiz Doğu da hangi Doğu’dan bahsediyoruz? Konfüçyüs’ün Doğu’sundan mı bahsediyoruz? Budist mi, Taoist mi, Hindu mu? Çok farklı doğu var. Ve Doğu da değişmekte olan bir doğu zaten.

Biriz: Türkiye Sen kimsin? Kitabınızda Türklerin aşağılık kompleksine sahip bir millet olduğunun altını çiziyorsunuz. Sormak isterim, bu kompleksin, Osmanlı İmparatorluğu başta olmak üzere önceki devletlerimizi, kendi kültürümüzü, halk hikâyelerimizi, mitolojimizi yok saydığımız, tamamıyla Tanzimat’tan sonra, hatta Tanzimat öncesi on dokuzuncu yüzyılın başından itibaren Batı’ya öykünüp onun da temelsiz olmasından ötürü havada asılı kalmış olmamızdan mı böyle hissediyor olabiliriz sizce?

Gündüz VassafBu soru için teşekkür ederim. Büyük bir soru. Yani bir aşağılık kompleksi var. Tabii özendiğin gibi olmayınca aşağılık kompleksi var. Fakat özendiği gibi olamamanın getirdiği bir de üstünlük kompleksi var. Çünkü geçmişin, tarihin küllerinde kıvılcım arıyorsun. O kıvılcımı ateş zannediyorsun. Oradan da 400 500 yıl önceki başarılarla, değerlerle bir üstünlük kompleksine varıyorsun. Yani aşağılık, üstünlük, ikisi de var aslında. Fakat Türkiye gibi ülkeler için zor olan, İmparatorluktan özellikle cumhuriyetlere geçişte, Ruslarda da var, İngilizler de oldu. İki arada bir derede olma hali. İmparatorluktan geliyorsun, onunla iftihar etmen sana bellettiriliyor, zaten ailen oradan, akrabaların oradan. Kimi ölmüş, kimisi şunu yapmış ki bir kök arattıyorlar sana, şart değil. Ama genellikle devletler kök tarattırır. Bulamadığı zaman da yaratır. Masallarıyla… Hem o, o kök arayışı var hem de yeniye bağlanmak var. Cumhuriyetin getirdiği değerler, kadının toplumda yeri… Özellikle o kendi başına müthiş bir olay. Ve orada, iki arada bir deredesin. Hem oradasın, hem buradasın ama teknoloji çabuk değişiyor, fakat kültürün değişmesi yüzyıllar alıyor. Türkiye öyle bir durum. Ne orada ne burada, bir git gel içinde, zaman alacak ve yaşadığımız sancılar da bunlar. İçimizde ikisi de olduğu için bazen ona her ne kadar kendimizi bir tarafta hissetsek de, diyelim Cumhuriyet tarafında, öbür tarafa da hak veriyoruz ya, hakikaten bak bunlar da varmış bunların içinde diyoruz. Ben bilmiyordum falan, utanıyoruz. Hatta Cumhuriyete kızıyoruz bazen. Nasıl bunlar olmadı, yani hep bir git gel var. Veyahut da iftihar ediyoruz işte. Kadına bak, okuma yazmaya bak, işte artık Türk bilim adamları Fransa’da da var, Amerika’da da var, işte bu da Cumhuriyet sayesinde… Öyle bir git gel var. Fakat gene mesela göçmenler de çok yeni var, onu görmüyoruz. Almanya’da mesela Türk işçi çocukları. Ne o ne bu. Tam böyle bakılıyor. Hangi kültüre ait diye bakılıyor. Sanki bir tanesine ait olması şartmış gibi. Hâlbuki ne orada ne burada ve kendisinin yarattığı bambaşka bir kültür içinde, bambaşka bir dil yaratıyor. Çünkü hem oralı hem buralı. Bu ikisine o bu diye bakmıyor, ben buyum diye bakıyor, ikisini özümsemiş, yeni bir kişilikte.

Ama o göçmenlerin şansı ve oradan dünyanın çok öğrencileri var, artık onlara sosyal problem diye bakıyoruz. Bir gün Almanya’da bu işçi çocukları kitabını yazarken bir çocuğa, sizin için iki arada bir derede kalmış diyorlar, ne o ne bu, ne diyorsun? Biz daha sesimizi duyamadık demişti. Ama duydukları zaman için de öyle bir insanlar, öyle bir edebiyat, öyle bir müzik gelişiyor ki oradan. Ama iki arada bir derede olmak doğal bir şey. Çünkü hep değişim var. Kalıplarda belki güven duyuyoruz. Ben batılıyım diyerek ben Doğuluyum diyerek ben Osmanlıcıyım diyerek kendimize güven duyuyoruz. Oradan bir kimlik alıyoruz. Başkaları da bizim gibi düşünüyorsa bir grup, bir kabile, bir düşünce, bir siyasi parti oluşturuyoruz. O bize güven veriyor. Ama bu gerçekten çok uzak, yaşanandan çok uzak. Çünkü o sahte bir güven. O sahte güvenin getirdiği başka aşağılık kompleksi, başka bir üstünlük kompleksi var. Kendin değilsin çünkü senin dışındaki öteki dediğinin gerçeklerini de görmemek kaçınılmaz. Hatta bir kısmının içinde yaşamaman kaçınılmaz. Ama sansürlüyorsun. Bugün iktidarda olan rejim o kadar çok sansür yapıyor ki ama Cumhuriyet olmasa burada olamazdı. Çok partili bir sistem olamazdı. O seçim olamazdı. Cumhuriyete borçlu.

Bilgen: Bu bağlamda baktığımız zaman bizim kendi totalitarizmimizin kaynağı, tarihsel, psikolojik ve toplumsal. Sanki bizim kaynağımız daha ağır gibi, daha fazla hissediyor gibiyiz. Bu durumda bunu aşmak zor olmaz mı bizler için? Çünkü dediğiniz gibi ne oralı ne buralı gibi hissetmek. Gelen tarihsel süreçler, toplumsal durum zaten ortada. Şu anki çağdan bahsedersek, psikolojik durum kesinlikle zaten birey olmaya sürekli itiliyoruz, biz olamıyoruz. Tanrılar öldü, kahramanlar zaten sizin de dediğiniz gibi gitti, kahramanlara zaten ulaşabiliyoruz. Direkt yazı yazabiliyoruz kahramanlara. Hayal edemiyoruz artık. Onlar yere indi, gökte değiller. Bu durumda biz bunu aşarsak özgür oluruz gibi bir his geliyor. Ama bunu aşmanın yolunu bilmiyoruz. Burada ne önerirsiniz bize?

Gündüz VassafÇok katılıyorum. Bir şey önerebilir miyim? Sanmıyorum. Düşünce, duygu olarak da katılıyorum. Çok ‘ben’ oldu. Muhammed Ali, boksör, sadece boks ile değil, şiirselliği ile de ün yapmıştı zamanında. Arı gibi sokarım, yumruk atacak, kelebek gibi dans ederim. Bir gün Harvard’da mezuniyet konuşması için davet etmişler, yapıyor konuşmasını. Öğrenciler tempo tutuyor, konuşmayı alkışladıktan sonra. Şiir, şiir, şiir, şiir isteriz diye. O da iki kelimelik bir şiir anında söylüyor. I, we… Ben ve biz. Yani mesele ben de olmakta tabi ve onu bizle birleştirebilmekte… Yani onu en iyi Nazım Hikmet de söylüyor tabi. Bir ağaç gibi yaşamak tek ve hür. Orman gibi kardeşçesine… Orada, o biz olamayınca bir cemaat oluşturmayınca, öteki şart değil ama biz gezegenliler biz Dünyalılar bunu yapamayınca bir yere varamayacağız. İkincisi de çoğu kişi bunu şöyle hallediyor ama bu aitsizliği, kaybolmuşluğu, şikâyeti ölümsüzlük ile hallediyor. Yani niçin yaşıyorum? Hayatın anlamını bulamıyoruz genellikle. Sokrat’tan beri arıyoruz. Tanrıyı hala bulamadık ama yaşam koçları, psikologlar saçmalıyorlar. Ama ölümsüzlük yaşıyor hala. Ölümsüzlük arzusu. Newton diye bir psikiyatrist var. O işte, hepimiz o ölümsüzlük için yaşıyoruz. Ölümsüz olmak isteriz. Daha doğrusu dört tip ölümsüzlükten bahsediyor. Dünyanın çoğu birinci tipten. O ona bir anlam veriyor. Dini ölümsüzlük, cennete gideceğim. Dünyanın belki yarısının dörtte üçü buradan kurtarıyor. O inançla. Bunlar da tam kendilerini dışlayan, yüzde yüz dışlayan şeyler değil. İkincisi kalıtımsal. Soyu sopu devam edecek. Shakespeare bile, sonelerinden birisinde, on tane erkek çocuk yap diyor. Hem de erkek. Hepsi de tıpatıp sana benzesin diyor. Birisi de kalıtımsal. Hem burnun da bana benzeyecek, hem de kültürün, inançların, adetlerin vesaire, ona da paslayacağım. Bu da bir ölümsüzlük. Üçüncüsü, azıcık daha haddini bilmez onlar belki benim grubum. Yaratıcı ölümsüzlük… Yani ağaç dik, kitap yaz, dans et falan filan. Yani bir iz bırak. Sokrat da öyle der. Son konuşmalarından bir tanesinde, son konuşmasında hatta hayata iz bırakmaktan söz eder. Öldükten sonra bir iz olup iz bırakmak. Dördüncüsü, çok benimsediğim üçüncüsüne aitim bir ölçüde ama çok benimsediğim, çünkü üçte ego var hırs var, hepsi var. Tarihi ölümsüzlük… Hepimiz hemen şu anda bu konuşmamız, yaptığımız her şey. Şunu yapmayı seçtik. Başka bir şey. Birlikteki bir saatimiz. Yaptığımız her şey, yapmadığımız her şey, kullandığımız her kelime, kullanmadığımız her kelime, her an, her yaptığımız, söylediğimiz, söylemediğimiz ile tarih yazıyoruz. Ama bunun çoğumuz bilincinde değiliz. Çünkü tarih bize öyle yazılır diye söylenmiyor. Büyük adamlar tarihi yaratıyor. Büyük liderler tarihi yaratıyor. İşte şu bu koşullar yan yana gelecek falan ama gene o koşulları da biz yaratıyoruz, inanarak yaratıyoruz, inanmayarak yaratıyoruz, risk alarak yaratıyoruz, risk almayarak… Biz olmayarak ama hep biz… Yani bunun bilincinde olduğumuz zaman ille de risk almak şart değil yani tarih yaratıyoruz diye intihar etmek, kendini yakmak, mitinglerde dayak yemek falan filan değil. Yaşamın coşkusuyla da tarih yaratmak…

Biriz: Az evvel bir birey olmak, biz olmaktan bahsettiniz. Aslında ben millet olarak daha bireyselleşmediğimizi düşünüyorum. Yani batının homoekonomikus dediği insan tipine dönüştüğümüzü düşünmüyorum. Yaşadıklarımıza da bakarsak, mültecilere kapılarımızı açmamız, hala komşumuzla aramızın, ilişkilerimizin iyi olması anlamında gibi örnekler çoğaltılabilir. Ama dünyanın aşırı sağ eğilimleri, faşist yönetimlere doğru eksenin kayması gerçeğini göz ardı etmememiz lazım. Şimdi bunu ne tarihsel ne de psikolojik zorluk olarak görmüyorum. Kendi totalitarizmimiz dedi ya Bilgen. Polonya’ya bakalım. Zamanında bu kadar acılar çekmiş, sosyalist, hatta komünist bir ülke. Nasıl aşırı sağa kaydığını, sınırımdan bir tane bile mülteci girmesini istemiyorum dediğini… Yani bu, biz dediği işte ben istemiyorum, biziz dediği şey aslında o ulus devlet, o sınırları korumanın da dünya için daha da tehlikeli bir durum aldığını düşünüyorum. Siz ne düşünürsünüz bu konuda?

Gündüz VassafKesinlikle evet. Sözünü ettiğiniz düzen ulus devleti, dinler, uzatmaları oynuyor. Dünyanın belirsizliği ortada. Bir kaybolmuşluk ortada, siyasi sisteme güvensizlik ortada.  Göçlerle ulus devlet anlayışının iflası ortada. Çünkü aynı dil, aynı din, aynı ırk falan değil artık. Paris ve Londra, New York hepsi göç ülkesi. Yani bu argüman çoktan bitti. Fakat bu argüman biterken o ulus devlet imajı gene aynı sloganlarla duruyor. Bu belirsizlik karşısında korkanlar, rahatsız olanlar, huzursuz olanlar çoğalıyor. O zaman belirsizlikte benim sığınacağım, özellikle göçlerin getirdiği belirsizlik, kapitalizmin krizleri vesaire benim sığınabildiğim bildik son bin yılda belki daha da uzun kanıtlanmış değerler… Aile… Ama ailenin yüzde ellisi bitti artık. Boşanmalar falan filan. Din vesaire, ulus devlet, bayrak. Oradan güven duyuyorum. Ve bu belirsizlik karşısında sağ dediğimiz bu kesim, dini politikaya alet eden, aileyi politikaya alet eden, cinsel rolleri alet eden vesaire. Onlar haliyle emzik verir gibi, bu güvensiz kitleye emzik verir gibi bu konuşmaları yapıyorlar ve iktidar oluyorlar ve ulus devleti yaşattıklarını zannediyorlar. Hâlbuki alakası yok. Yani Türkiye ulus devlet falan, İsrail’le ticaret yapıyor. Şu anda aksi imkânsız. Çünkü ticaret lazım bu devletin yaşaması için. Yani güvensizliğin sonucu uzatmaları oynuyorlar. Şehir devletler daha çok gündeme geliyor bence. Azınlıkların belediye başkanı, başbakan olduğunu görüyoruz. Yani başka bir dünyaya gidiyoruz. Bunu da en iyi gören gençler. Yani siyasi sisteme ait olmayan, ben bu topa girmeyeceğim, ben bu oyunu oynamayacağım diyen. Ancak somut projelerle… İşte Gezi somut bir projeydi. Orada daha büyük bir şey yoktu. Ağaçlardı…

Bilgen: O lidersizdi de.

Gündüz Vassaf: Lidersiz, hiyerarşi yok. Yeni dünya buraya geliyor. Sade daha yaşanır kılmak da değil dünyamızı. İş hayatı da, şirketler de buna gidiyor. 

5-6 Ocak 2024


Diğer Yazılar

denize çıkan merdivenler

Hemen her konu için betimlemesi, imgelemesi ya da metaforize edilmesi mümkün olan merdiven kavramı; mimari bir terim…

yansıma

Arka kapıyı açık tutuyorsun bir rüzgar veya bir ses girsin diye değil zamanı geldiğinde rahatça kaçabilmek için, tan…

sanat olarak sinema veya yükselteç olarak sinema

23 yıldır sinema seyircisiyim. Gördüğüm yüzlerce film sonrasında sanat sineması ile ilgili görüşlerimi 10 maddede şö…



© Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .