“O insanlardan nefret edenler arasında en sevimlisidir” der Hamlet için William Hamlit.
Dünya edebiyatında üzerinde en çok spekülasyonun, çözümlemenin ve dedikodunun
yapıldığı kahraman kim diye soracak olursak, bu soruya “Hamlet” cevabını verebiliriz. Sürekli
kendine hor görü uygulayan, hercai, 16. asır kahramanı neden bu kadar dikkati cezbetmişti?
Hamlet, tarihe ne vadetmişti de tarih ondan söylediklerini harekete geçirmesini beklemişti?
Hamlet‘in kendine öz melankolisinde ve Nietzsche’nin deyimiyle bilginin eylemsizliğine gark
olmuş bu acemi prensin büyük laflarında umulan şey neydi?
Hamlet’i William Shakespeare yaratmamıştı. Shakespeare, karşımıza ilk olarak Danimarkalı
tarihçi Saxo Grammaticus’un “Danimarka Tarihi” isimli eserinde “Amleth” ismiyle
efsaneleşmiş bu prense bir hastalık bulaştırmıştı. Aydınlanma Çağı’nın ürettiği “Modern
İnsan” figürünün içine düşeceği o hastalık: Bilginin tanrılaşması karşısında insanın girdiği o
“amnezi” hali. Bu “Yeni Tanrı” Hamlet’e bilmesi gerekenleri söylüyordu ama hissettikleri
karşısında çaresiz kalıyor O’nu yalnız bırakıyordu. Hamlet ’in başına musallat olan “Babasının
Hayaleti” ona yapması gerekenleri söylüyor, fakat içine düştüğü derin duyguların karşısında
oğlunu teskin edecek nasihatlerde bulunamıyordu. İşte Hamlet‘in içine düştüğü duygu durum
bozukluğu bu aşamada başlıyordu.
Victor Hugo’nun iddiasıyla “Ebeveyn Katili” olan Hamlet daha babasının hayaleti ona
musallat olmadan, melankoli ve kendine karşı hor görüye hapsolmuş zayıf bir kişilikti. Annesi
Gertrude’nin amcasıyla evlenmesi ve elinden giden iktidarı altında ezilmişti. İntihar etmeye
meyilli olan Hamlet, bilmenin ağırlığı altında ne yapacağını bilemiyordu. Ölmekten
korkmuyordu, sadece ölümünün yaşadığı duyguya karşılık gelip gelmeyeceği karşısında
şüphe duyuyordu. Yani derin bir depresyon halindeydi. Derin depresyon döneminde olan
hastalar değersizlik, yersiz-nedensiz suçluluk, pişmanlık, çaresizlik, umutsuzluk ve kendinden
nefret etme gibi duygular arasında sıkışıp kalır. Böyle bir durumda hasta yer yer yanlış
inançlara ve herhangi bir uyarıcı olmadan sanrılara kapılabilir. Depresif kahramanımız
Hamlet‘in de daha oyunun başında böylesi bir duruma açık halde olduğunu görürüz.
Babasının hayaletinin kendinin dışında iki kişinin daha görme detayı olmasa belki de Hamlet
‘in içinde düştüğü durumu bir delüzyon (sanrı) olarak kabul edebilirdik. Fakat William
Shakespeare’in oyunun “içinde hiçbir kurtuluş yolu bulunmayan intikam” hikayesini Hamlet
ile sınırlı bırakmak istemediği açıktır. Shakespeare, “çürümüş bir şeylerin olduğu Danimarka
Krallığı”nın tepesinde bu hayaleti gezdirmekte ve akıl ve duyguları arasında kalmış, gittikçe
hezeyana bürünen Hamlet’le krallığı cezalandırmakta kararlıdır. Shakespeare’e kendiyle
birlikte herkesi de mahvedecek ve Danimarka Krallığı’na nizam getirecek bir katil gereklidir.
Fakat bu katil Faust gibi bilginin doygunluğunda şeytanın hükmü altına girmemeli, bilgiyle
hastalanıp, kendi hastalığını herkese bulaştırmalıdır.
Peki bu katil nasıl yaratılacaktır? Katilimizin hezeyanı ne olacaktır?
bir dünya olmaktan çıkmaya başlamıştır. Şövalyelerin yerini bilim insanları almaya
başlamıştır. Cervantes, “Don Quijote” isimli eserinde eski dünyaya ait olan bir kahramanın
yeni dünyayı kabul edememesini, bu yüzden irrasyonel bir dünyada kendine bir hikâye
yazmaya çalışan ama sonunda gerçeğe karşı mağlup olan insan tipini anlatmıştır. Dünya artık
cümbüşvari bir halde değildir. Pascal’ın söylemiyle “gökyüzüne bakıldığına korkutucu bir
boşluk” görünmektedir. Efsanenin kovalandığı dünyada, hakikat olarak “bilgi”nin adresi
gösterilmiştir. Peki ya insan yıllar boyu hakikate sezgiyle ulaştığı zamanlardan sonra bu yeni
hakikate nasıl ulaşılacaktır?
Bu sorunun cevabını Hamlet oyunda şöyle verir?
“Gördüğüm hayalet bir şeytan olabilir.”
“Şüphe” Newton’un, Descartes’in, Hegel’in dünyasında hakikate ulaşmanın tek yolu tek
motivasyonudur. Bu düşünce süreci hakikat ortadan kaybolana kadar devam edecektir çünkü
“hakikat” kusursuz olmak zorundadır. Fakat tanrısallığın kovulduğu dünyada “olağanüstü,
kusursuz, inanılmaz, muhteşem, müthiş,” gibi kavramlarda yok olmuştur. Bunların yerini
düşüncenin inşa etmeye çabaladığı makul kabuller almak zorundadır. Fakat bu da
imkansızdır. Hamlet‘in “içinde hiçbir kurtuluş yolu bulunmayan” – “kusursuz” intikamını
almak için bir türlü eyleme geçememesi de bu yüzdendir; çünkü “Şüphe Hükümdarlığı”nda
“kusursuz olan”a yer yoktur.
“Tam sırası dua ederken bitirelim şu işi.
Ama cennete gider bu halinde öldürürsem.
Öcümü almış sayılır mıyım? İyi düşünmeliyim.
Bir alçak babamı öldürüyor, cennete yolluyorum.
O alçağı…
Olmaz, öç almak olmaz bu…
Dur kılıcım. Daha iğrenç bir zamanını bekle!”
Amcası Claudius’un babasını öldürdüğünü, tahtı gasp ettiğini, annesinin babasının hatırasına
ihanet ettiğini, kendine geleceğine oyun oynandığını, Kral Claudius’un planından haberdar
olduğu gibi birçok bilgiye haizdir Hamlet. Hatta bunun yanında öte dünyadan babasının
hayaleti de gelip bütün bunları tasdik etmiştir. Ama bir “Modern İnsan” figürü olarak Hamlet
için bunlar hakikat mertebesine ulaşmak için yetersizdir. Hepsi bir dizi şüphe sürecinden
geçmelidir. Hamlet, iradesini kaybetmek pahasına şüpheyi yücelten aşırı gelişmiş zihni temsil
etmektedir.
Hamlet, öte taraftan duygularının çalkantısına esir olur. O’nda artık her şey uçlarda
seyretmektedir. Bir an kendisini intikam arzusuyla coşkun bir halde görürken bir an sonra
hissizleşip hayatın kenarında olanları izlerken buluruz. Kendinde her daim seyreden ve
şiddetini arttıran bir tutarsızlık hali görülür. Bazen aşkı uğruna her şeyi göz alabilecek bir
centilmen bazen ise Ophelia’nın aşk beklentilerine duyarsız, kaba saba bir adam rolüne girer.
Hatta kendisinin sebep olmadığı olaylarda dahi kendini suçlayacak bir şey bulabilen
Hamlet’in, Ophelia’nın intiharına karşı takındığı duygusuz tavır onun iradesinin ne denli
yarıldığının en önemli göstergesidir.
Hamlet‘in ruh durumu mani ve depresyon süreçleri arasında parçalanır. Ruhunun bir tarafı
büyük laflar, coşkulu söylevler, taşkınlıkla dolarken bir anda o depresyon hali diğer tarafı ele
alır ve o kendisini hor gören kimliğine geri döner. Hükmetme noktasında muktedir olmayan
Hamlet’i cinayet işlerken maharet içinde görürüz. Perde arkasında gizlenen Polonius’u, Kral
Claudius zannedip öldürdüğünde dahi suçluluk hissetmez ve cinayeti kendine haklı
gösterecek suçlamalarda bulunur. Fakat babasını öldürdüğü açığa çıkmış olan Kral Claudius’u
suçlama noktasında çekingen davranır. Bir nevi Shakespeare, Hamlet’i piminden boşalmış bir
bomba gibi Danimarka Krallığı’nda gezdirir.
Hamlet‘in içine düştüğü bu parçalanmış ruh durumu ona vadedilen gerçeklerle teskin olmaz.
Hamlet’in ihtiyacı gerçekleri değiştirmek için kendine verilen bilgi değil, ruhunu teskin edecek
“söz”dür ama “söz”ün çekildiği dünyada ruhu daha da yarılır ve artık ne için intikam alacağını
dahi karıştırır. Hamlet için annesi Gertrude masumken, Kral Claudius’u öldürdükten sonra
ona “annemin gittiği yere git!” diyerek ölen annesini “cehennem” ile suçlar. O’nun için bir
noktadan sonra kimin masum kimin suçlu olduğunun bir önemi yoktur. Buhranı, Danimarka
Krallığı’nın kaderini temsil etmeye başlamıştır. Hatta içine girdiği buhran etrafındakilere
bulaşır, sevgilisi Ophelia gerçeklik algısını kaybeder ve aklını yitirerek intihar eder.
Hamlet’in buhranıyla birlikte Danimarka Krallığı’nın bir arınma süreci başlamıştır. Hamlet’in
bitmek bilmeyen düşünce nöbetleri onu her seferinde hedefinden uzakta bir başka ölüme
götürür. Her ölümde biraz daha iradeden uzaklaşır. Danimarka Krallığı, Hamlet isimli bir seri
katilin cinayetleriyle dönüşecek kaderini beklemektedir.
Üç kişinin bizzat, dört kişinin ise dolaylı olarak ölümüne sebep olan Hamlet’in bu seri
cinayetler sonunda masum kalabildiğini düşünebilir miyiz? Danimarka Krallığı’nı arınmış bir
kişinin kılıcı mı arıtacaktır, yoksa Bulgakov’un “Devlet Ateizmi”ni eleştirdiği romanı “Usta ile
Margarita”da olduğu gibi bir şehir ancak şeytanın harekete geçmesiyle mi masumiyetine
kavuşacaktır? Oyun, bu iki durumu doğrular bir şekilde yorumlanmaya açıktır.
Hamlet’in babasının intikamını almak için bu denli tutkuyla planlar yapması ve bu süreçte
yedi kişinin ölümüne neden olması, O’nun İsa öğretisine aksi şekilde hareket ettiğini
göstermektedir. Çünkü İncil’de İsa şöyle buyurur: “İntikam benimdir. Karşılığını ben
vereceğim, diye buyurdu Tanrı.” Hamlet, Tanrı’nın onu mazur bıraktığı sabır imtihanından
geçememiştir. Shakespeare’e Danimarka Krallığı’nı arıtacak Tanrı’ya sırt çevirmiş bir
günahkâr gereklidir. Tanrı’ya karşı günah işleyenler, ancak Tanrı’ya karşı gelen bir günahkâr
tarafından temizlenecektir. Hamlet’in bütün bu olaylar sonunda her zaman masumiyetini
koruduğu ve ölürken de masum bir şekilde öldüğü görüşünü iddia etmek de pekâlâ
mümkündür. Hatta benim görüşüm bu iddiaya daha yakındır. Tasavvufta “mecnun kişide
hâyâ ve rıza yoktur” diye bir görüş mevcuttur. Akli iradesini kaybeden bir kişinin Tanrı
emirlerinden muaf olduğu semavi dinlerde kabul gören bir görüştür. Hamlet, babasının
ölümü, annesinin babasının katiliyle evlenmesi ve kaybettiği iktidarıyla beraber yavaş yavaş
aklını kaybetmeye başlamıştır. Yaşadığı buhrana karşı O’nu teskin edecek “Tanrısal Söz”ü
bulamadığı gibi bilginin ağırlığı Hamlet’i tamamen irade yoksunu yapmıştır. Yani Hamlet,
kimin bütünüyle masum kimin bütünüyle suçlu olduğu bilinmeyen bir entrikanın içinde
iradesinden yoksun bir dizi eylemlerde bulunmuştur. Cinayet işlemek için çokça plan
kurmuştur ama bütün cinayetlerini dürtüsel bir şekilde bir anlığına, hesapsızca işlemiştir.
Shakespeare, Danimarka Krallığı’nı arıtmak için katiline, “modern insan”ın buhranını
bulaştırmıştır. Bütün bunların ötesinde tarihin Hamlet’ten ne beklediği hep muamma
olacaktır. O’nun öngörülemez, depresif kişiliğinde bir kurtuluş ya da helâk her daim
beklenecektir. Fakat bunca spekülasyona mazur kalmış kahramanın gözünden tarihe
baktığımda, aklımda Victor Hugo’nun Hamlet için söylediği şu söz gelmektedir:
“Hamlet, hükmetmekten daha iyi bir şey yapar, var olur.”
Desen: Mikita Rasolka – https://www.behance.net/mikitarasolka