“küllerimi başka bir hayata savur / bu bendeki kor ateşin karşılığı yoksa”
Karasal bir radyoda çınlıyor sesim, arada bir de seçtiğim şarkıları dinliyor insanlar. Kim dinliyor beni bilmiyorum, kim ben konuşurken başka kanala geçiyor o konuda da bir fikrim yok. Kişiler ve insanlar yok, içi boş soyut kavramlar ve bir mikrofon var karşımda. Kendimle konuşuyorum aslında, tüm cümlelerim ağdalı, realiteden uzak. Dualite meselesi geride kaldı artık, bir ben varım bu odada, birkaç sevdiğim de göğsümde, yani tam şuramda.
Peşi sıra geliyor bazen kelimeler, bazen de susuyor, sessizlik hüküm sürüyor aklımda. Bir uğultu gibi salınıyor diyaloglar, deşifre etmesi zor, lüzumsuz da ayrıca. Kimi sesler uğultu olarak kalmalı bu dünyada, her şeyi anlamamalı insan. Kendimizi kandırıyoruz, sonsuz değil yaşam. Her an altın değerinde diyenler, tüm altınlarım feda olsun der ölüm onlara doğru geldiğinde. Böyledir çelişkiler, bir diğeriyle karşılaşıncaya değin haklılardır aslında.
Avcının eylemi vahşet olsa da pişirdiği yemek lezizdir. Unutulması güç bir ağustos akşamı, unutulması güç bir ifadeyle baktı göz bebeklerime, derin bir nefes aldı ve unutulması güç bir ses tonuyla “unut,” dedi, gitti, unutmanın mümkün olmadığı bir an, bir acı bıraktı. Her şey tam olarak böyle başladı, neyin başladığını bilmesem de bir şeylerin bittiği kesindi. Her bitiş, yeni bir başlangıcın habercisidir, o nedenle bu gidiş de yeni bir şeyleri doğuracaktı eminim. Dünyanın en güzel unut diyen dudaklarını unutamayacağımı biliyordu, sırf bu yüzden, harfleri söylerken daha da büzdü dudaklarını, kurduğu tek kelimelik bu cümleyi daha güçlü, daha cilveli bir hale getirdi. Kendi tabiatına aykırı bir kelimeydi unut, en güçlü hatırlatıcıydı. Kurduğu cümleler vahşet olsa da sunumu hayli lezizdi.
Kaç kilometre koştuğumu bilmiyorum, gözlerim kapalıydı, doğa seslerinin akışına ve rüzgârın esişine teslim etmiştim kendimi. Adımlarım vurdukça yere titriyordu zemin, ben bu kâinatın efendisiydim. Ne mecaz ne kinaye, gerçeğin en çıplak hali. Kuzeyden esen rüzgâr göldeki yosunların kokusunu yayıyordu etrafa, bir yıl altı aydır sigara içmiyordum, derin derin içime çekerek rüzgârı, açıyordum ciğerlerimi. O eşsiz benzersiz koku tüm hücrelerime sirayet ediyor ve yatılı bir ziyaretçi gibi yerleşiyordu iyice. Dayanacak gücüm kalmamıştı, oturup dinlenmek ve bir şeyler içmek istiyordum artık. Gözlerimi açtım, düğmeye bastım ve üzerinde koştuğum koşu bandını durdurdum… Püfür püfür esen klimanın şiddetini azaltıp yatağa bıraktım kendimi. Gerçek değildi tabii, yaşadığım çoğu şey gibi bu da bir taklitti.
Radyodan arta kalan zamanlarımda koşuyordum öylece, sonsuza kadar koşabilirdim. Beni ne durdurabilirdi? Böyle sorular sormamak gerekiyormuş, elektrikler gitti. İki oda bir salonu turlayacak kadar yitirmemiştim aklımı. Gerçi aklımı yitirmiş miydim ki azı çoğu olsun, sağlamdım hala. Ne vicdanım bir yere gitmişti ne aklım ne de ahlakım.
Sahte duygularla bezenmiş bir dünyaya her seferinde kanacak kadar saftım sadece, sahte insanların sahte özürlerini kabul edip affedecek kadar unutkandım. Zehir gibi hafızam tekliyordu zaman zaman, daha doğrusu, bir şeyleri unutmanın işime geldiği zaman. Unutamamanın yük olduğu anlarda ise devreye giriyordu omuzlarım, ağır kaldırmaya aşinaydım, her düştüğümde kendim kalktım. Yine kalkmam gerekiyordu yattığım yataktan, konuşmam gereken hayli kişisel meseleler vardı. Kötü niyetli biri değildim ancak bu radyoyu kendi emellerime alet etmiştim, normal şartlarda kuramayacağım cümleleri anca böyle dile getirebilirdim. Dinleyen insanların gerçek mi kurgu mu diye ayırt edemediği şeyleri ben de sorguluyordum içten içe acaba tüm bu söylediklerim gerçek mi kurgu mu diye? Ne önemi var ki herkes ağlar sevdiği karakterin ölümüne, herkes izler o sahneyi defalarca. Kimse önemsemez kurguyu… Ama ölü evi öyle değildir, uzaklaşır ziyaretçiler birer birer, ölüm bulaşıcı değildir evet ama ne olur ne olmaz, tedbirli olmak gerekir çünkü tedavisi mümkün değil.
Mikrofonu açtım, boğazımı temizledim ve konuşmaya başladım -gerçek ve kurgu, rakı ve su gibi birbirine karışmıştı. Çok yalnız hissediyordum kendimi, evet şu an onlarca, yüzlerce hatta binlerce insanın beni dinliyor oluşu çok kıymetliydi ancak tek bir kişi duysun, dinlesin diyeydi tüm bu terane. O anlasın, tedbir alsın ve ölümün aksine korkunç bir hızla bulaşan mutsuzluğa karşı aşılanalım diyeydi. Hazır listeleri olan insanlar radyo dinlemiyordu, o bana öğretmişti. Bir değil binlerce kez fark etmiştim dinlemediğini. Herhangi bir biçimde dile getirerek ya da ima ederek yapmamıştı bunu. Bugüne dek yaptıklarından farklı hiçbir şey yapmadığını gördüğümde, hatta genel olarak hiçbir şey yapmadığını fark ettiğimde anlamıştım dinlemediğini. Her gün aynı listeyi tekrar tekrar dinlediğini ve sitemlerimi duymadığını, serzenişlerimi, öfkemi es geçtiğini, evet, böyle anlamıştım. Bildiğim bir kelime vardı, milyonlarca cümleden daha güçlü bir kelime, unut biçiminde telaffuz edilen, onun öğrettiği cilveli bir kelime. Ben söyleyince öyle cilveli olmuyordu tabii, ayrıca bana bıraktığı türden bir şeyi iadeli taahhütlü göndermek yakışmazdı, unut diyemezdim ona onun bana söylediği gibi. Taşıyacaktım bir ömür, doğum lekesi gibi.
Radyoya geldi bir gün, elinde bir tabak yemekle, “tuzlu olmuş” dedim, ses etmedi. Çay getirdi, “demli olmuş,” dedim, biraz daha su ekledi, içmedim. Yayın bitene kadar bekledi beni, aşağı inerken üst katta unuttuğu şemsiyesini almaya gitti, beni nasıl bekletirdi, öfkelendim. Taksiye binmek istedi, “olmaz, yürüyeceğiz” dedim, “ha siktir oradan,” dedi ve bir taksi çevirdi, kalakaldım öylece.
Ancak hakikat bambaşkaydı…
Ben değildim mikrofonun başındaki, elimdeydi çay tepsisi. Dışarıdaydık sonra, yürüyorduk yan yana, şemsiye tutuyordum, koruyordum onu ama yağmur ıslatıyordu yarımı, farkında mıydı? Öyle şeyler söylememiştim, onun söylediği gibi. Yan yanayken ıslanmak ya da her şeye rağmen yan yana yürümek keyifliydi ancak bu kadarı da ahmaklıktı biliyorum.
İstemsizce ettiğim, tekrar ettiğim, küfür ve buna benzer nahoş cümleler nedeniyle ceza alacaktım denetleyici kurumlardan. Kimdi denetleyen, neydi kriterler bilmiyorum ancak yorulmuştum mikrofonu kapattığımda bile kendimi denetleniyor gibi hissetmekten, kendimi frenlemekten. Benimle birlikte büyüyen nezaket ve terbiyem esnetilmeyecek kadar katı bir forma dönüşmüştü artık. Üstüne üstlük karşılığını da alamıyordum. Kişinin nezaketiyle ona uygulanan nezaket arasında ters orantı vardı. Karşılıksız nezaketten doğan yegane şey zorbalık ve istismardı.
Tam o sırada beliriverdi radyonun kapısında, “sesin çok çirkin” dedi, oysaki severdi herkes, beğenirlerdi yani. Böyle bir savunmaydı, çok yersizdi. Kapıyı kapatıp konuşmaya devam etmeliydim ancak bu motivasyonla pek mümkün değildi. Ayrıca o gerçek değildi, susmayan, susturulamayan bir anıydı. Anılar, kapıların içinden geçebilirdi, anahtar deliğinden girebilen kaygılar gibi. Böyle bir şeydi hafıza, maktulleriyle konuştururdu katilleri. Vicdanlarıyla barıştırırdı zalimleri… Ama nedendir bilmem bana düşmandı benimki, olur olmadık zamanlarda böyle karşıma çıkarırdı canımı sıkacak hayaletleri. Bendeki bu hafıza mutluluğa uygun değildi, evet suç hafızamdaydı, bendeydi yani, hafızamı dolduran ya da dolduranlarda değildi.
İyi biri olmak yorucuydu, katlanılamaz bir hal almıştı. Gerçi iyi biri olmadığını düşünen var mıdır dünyada? Herkes iyidir kendi yaşam çerçevesinde, herkes haklıdır bir şekilde, kendi içinde. Ama iyilik böyle bir şey değildi; iyilik, kişinin sahip olduğu çevre tarafından tescillenmeliydi. Eğer kişinin sahip olduğu çevre onu iyi biri olarak görüyorsa o kişi iyiydi aşağılık biri ya da bir adi olsa bile. En iyi aşağılık ya da iyi bir adi… Benimki de o çeşit bir iyilikti. Hayır, aşağılık ya da adi ya da her ikisini birden barındıran bir iyilik değil; şahsıma bizzat çevrem tarafından ilan edilmiş türden bir iyilikti. Ne kadar iyi biri olduğumdan bahsederdi çevremdekiler ki onların da adi ya da aşağılık olmadığını anlarsınız. Tanış olma ihtimaliniz çok yüksek, dünya küçük.
İyi biri olmaya katlanamıyordum artık. Kim olduğunu hatırlamıyorum, (belki de kendi kendime söylemiştim bilmiyorum ama sevdiğim bir arkadaşım diyelim şimdilik) sevdiğim bir arkadaşım, “ya birilerinin travması olacaksın ya da başkalarının o birilerinde yarattığı travmaları sırtlanacaksın” demişti. Galiba haklıydı… Ben bugün hiç tanımadığım insanların, şu an hayatımda olmayan insanlarda yarattığı travmaları taşıyordum sırtımda. Omuzlarım ağrıyor, dizlerim titriyordu ancak bırakamıyordum, belki de seviyordum bu yükü. Belki de Atlas da aşıktı dünyaya, arada bir serzenişte bulunup ne kadar sevdiğini hatırlatmaya çalışıyordu hem kendine hem de dünyaya kim bilir. Kişi, yokluğunu deneyimlemediği şeyin varlığındaki kıymetini anlayamıyormuş. Atlas’ınki de o misal, arada bir uzaklaşıp dünyadan, sevgisini tazelemek istiyordu belki de. Başka dünyalara, başka hayatlara rağmen kendi sırtındaki dünyayı sevmek, sevdiğini hatırlamak, hatırlatmak için.
“Küllerimi başka bir hayata savur / Bu bendeki kor ateşin karşılığı yoksa” diyordu Göksel. Başka bir hayat var mıydı? Başka bir dünya mümkün müydü bilmiyorum. Bu dünyanın sunduğu her şeyi coşkuyla karşılıyor, mucizevi güzelliklerin ya da bu kadarı da olmaz denilen suiistimallerin karşısında sakin kalamıyordum.
Birbirine düğümlenmiş birden fazla kaydı deşifre etmek mümkün değildi. Hangisi gerçek, hangisi sahte, hangisi kurgu ya da hangisi yaşanmıştı bilmiyorum. Her şey birbirine karışmış, sanki tüm bu laflar tek bir ağızdan çıkmıştı. Unut, kişinin kendine verebileceği en güzel öğüttü. Kişi, her ne veriyorsa kendine vermeliydi zaten, bumerang değildi duygular, zaman ve özen, geri gelmiyordu, karşılıksız çek misali kaybolup gidiyordu.
İstismarın, ihanetin, özensizliğin ve yalnızlığın hüküm sürdüğü bir odaydı burası. İyi yalıtılmış olmasına rağmen yankılanıyordu söylediklerim. Kapalıydı mikrofon, kimse duymuyordu beni, önemli de değildi, kendimeydi hepsi biraz önce de söylediğim gibi. Bir şekilde düşman ettim kendime, kendimden çok verdiğim herkesi. İşte tam da o nedenle kapanmalıydı mikrofon ama hala kestiremiyordum neyi unutup neyi affedeceğimi.
Böyleydi hafıza, boşaltırdı zihin hapishanemi, salıverirdi bana dair güzellikleri katledenleri, inşa edilirken yenileri.
ekim 2023
resim: sahte ayna, 1928, René Magritte