“meditasyon notları, dualite ve buna benzer şeyler”
dedi ve okumaya başladı.
Tül perdelerin duvar olarak kullanıldığı bir köy okuluna benziyordu zihnim, her şey şeffaftı ancak görülecek pek bir şey yoktu. Her şey yetersiz, gelenler ilgisiz, sınırları belirsiz ve içerisi tekinsizdi.
Tamamen doluydu sınıf, üzeri karalanmış -küflenmiş tahta sıralarda oturuyordu binlerce ben. Tek ayak üstünde de ben, tuvalette gizli gizli sigara içen de ben, erketede de ben, ders anlatan da ben, ben de ben. Bireyin her yere kendini konumlandırması narsisizm ya da megalomaniyle eşleştirilir genelde oysa bir şeyi değerli yapan nadirliği değil midir? Her yerde ben varken, biri değil bini gitse bile yokluğu anlaşılmayacakken hangi değerden söz edebilirdik?
“Hangisi değerli?” diye sordu tahtadaki ben, cevap veremedi sıradakilerden hiçbiri. Ya değerin ne anlama geldiğini bilmiyorlardı ya da neyin değerli olduğunu. Ya sahip oldukları değeri har vurup harman savurmuşlardı ya da hiç sahip olmamışlardı. Her tülün ardında aynı terane, her tülün ardında belli belirsiz görüntüler ve ne olduğunu anlamaya çalışan röntgenciler, her şey biraz biraz ama hepsi çok az.
“Neredeyse her şeye sahipsin, daha ne istersin” diye sorardım kendime bazen, az önce volta atanlara bakarken o geldi aklıma yine. Neredeyse her şeye sahip olmayla her şeye sahip olmak arasında korkunç bir fark vardı. Bir şey eksik olduğunda her şey meydana gelmiyordu, o bir şeyin ne denli büyük bir boşluğu dolduracağı ise sadece sorunun muhatabı tarafından anlaşılabilirdi. Tıpkı anlatılan hikayeler ve uyku öncesi izlenimler gibi…
Hayat, işler ve ilişkiler boktan bir hal aldığında hikâye yazardım, hem bir anlık da olsa kaçar, kaçarken de çözüm arardım. Çeşitli sebeplerden ötürü yazma motivasyonum azaldı, inancım sarsıldı ve her şey anlamını yitirmeye başladı. Bir zamanlar kurtarıcı olarak gördüğüm hikayeler şimdi düşmanım oldu, acımasızca saldırmaya başladılar. Karşılıksız sevgiler, karşılıksız çabalar, karşılıksız inançlar ve karşılıksız her şey gibi acı veriyor attığım adımların karşılığını alamamak. Sonsuz bir boşlukta koşup hedefe ulaşmaya çalışıyor lakin sonsuzluğun ne manaya geldiğini idrak edemeyecek bir zihne sahip olduğumu kabullenemiyordum. Uzayın tam ortasında şarkı söyleyip yankı bekliyordum. Belki de gerçekten yer değiştirmeli ya da sesimin kötü olduğunu kabul etmeliydim.
Karşılıksız sözler gibi karşılığı verilemeyen hayaller de musallat oluyordu bize. Ergenlik yıllarından beri kurduğum hayallerin çoğu gerçekleşmişti, peki neydi musallat olan? Neydi uyutmayan? Neydi gecenin bir saati beynimi kemiren? Bu soruyu sormaktan ve cevap aramaktan yoruldum. Yine ergenliğin başlarında, panik atak nöbetlerinden birinde başımı okşamıştı annem, “sen çok güçlüsün – bunların üstesinden gelirsin – sana inanıyorum” diye fısıldamıştı kulağıma. O zaman hiç inanmamıştım ona ve sahip olduğumu iddia ettiği güce. Haklıydı, neredeyse her şeyin üstesinden gelmiştim ama hala alışamamıştım bu duruma, asla kazanamayacağımı düşündüğüm zaferlerin ertesi gününe uyanmaya. Ve elbette o günden bugüne hiç değişmemiş yalnızlığa, yalnızlığıma.
Ailemin aldığı yeni bir evin apartman boşluğunda dikiliyorum öylece, envaiçeşit şey geçiyor aklımdan yine. Dökülen sıvaya, rutubetle kaplı duvarlara ve kum gibi dağılan kolonlara dehşetle bakıp aldıkları kararı sorguluyorum. Herkesin sağlam yapı aradığı bu dönemde böyle bir yeri seçme sebeplerini anlamaya çalışıyorum. Kötü bir koku var içeride, otomatlar bozuk, kirli ellerin bıraktığı izler karartmış ışık anahtarlarının sarı çerçevelerini. Dışarı çıkıp hava almak, rutubet kokusuyla dolmuş ciğerlerimi temizlemek istiyorum ancak dış kapı yerden hayli yüksekte, yetişemiyorum. Yeni daireye girmek, en azından oturup dinlenmek istiyorum ancak gideceğim yol dar bir geçidin ardında. Sanki belediye binayı duvar örerek mühürlemiş de apartman sakinleri o duvarı eşeleyerek bir delik açmış gibi… Gerçi evet, tekrar incelediğimde fark ettim ki tam da bahsettiğim gibi. Mühür kısmı hariç, onu bilemem ancak binanın holünden çıkıp dairelerin olduğu koridora gidebilmek için bir çocuğun bile zor sığabileceği bir delikten geçmek gerekiyordu. Eğildim, çömeldim hatta emekledim -geçmek için çabaladım ancak olmadı.
Çocuk değildim, kendime ait bir evim yoktu, bir odam vardı sadece. Ailemleydim, dışarı çıkamayacak kadar küçük, içeri giremeyecek kadar büyüktüm. Koca kafam o delikten geçip içeri girmeme engel oluyordu, o koca kafam tonla musibete neden olduğu gibi yine bekleneni yapmıştı. Ayağına taş bağlanıp denize atılan insan hikayelerini duymuştur herkes, beni dibe çeken kafamdı. En büyük ağırlığı o yapıyordu, kum torbası değil ki atasın, ben de sıcak hava balonu değildim gerçi. Apartmanın holünde kalakalmıştım öylece. Ne çıkıp gidecek kadar büyüyebiliyor ne de içeri girecek kadar küçültebiliyordum kendimi.
Bir boşluktaydım, neyse ki uyandım.
Uyanmıştım uyanmasına ancak hangisi gerçek, hangisi rüya, hangisi dünya ayırt edemiyordum. Hepsi incecik tüllerle ayrılmış, geçmiş – gelecek ve hiç yaşanmamış (en azından ben öyle düşünüyordum) anıların gürültüsü iç sesimi bastırmaktaydı. Bana benzeyen öğrenciler, bana benzeyen öğretmenler, bana benzeyen veliler ve bana benzeyen ancak ben olmayan her şey…
Ayağa kalktı öğretmenlerden biri, “Yazın,” dedi, “Kompozisyon: giriş – gelişme – sonuç!” Öyle öğrettiler, öyle öğrendiler çünkü. Oysa hayat bu üçünü barındırmıyordu. Nasıl girdiğimizi hatırlamayız, nasıl sonlanacağını bilemeyiz. Sondan sonrasını da. Gelişme vardır sadece, bir şeyler gelişir ve dahil oluruz kimi zaman, kimi zaman da seyrederiz uzaktan. Ama çoğu zaman bir sürü şey olur dünyada, en ücra köşesinde ya da burnumuzun dibinde ya da ensemizin ardında… Haberimiz yokken onlarca şey oluverir, ölüverir.
Perdelerin arasından biri seslendi bana, “Sen gerçeksin değil mi?” diye sordu, sınıflardan birinde, eski bir sırada oturuyordum, öğretmen masasındaydı o da. Bu sınıf diğerlerinden farklıydı, ben ve diğer benler yoktu; herkes farklı, herkes özel ve herkes başkaydı.
“Sen gerçeksin,” dedi, kendinden emindi. Öğretmen masasından kalkmış, çaprazımdaki sıraya oturmuştu.
“Nasıl anladın?” diye sordum. Baksana, sonsuz sınıf ve sonsuz insan var, nasıl anladın benim gerçek olduğumu. Ben bile emin değilken gerçekliğimden, ben bile güvenmiyorken kendime sen nasıl inandın, güvendin bana?”
Gülümsedi ve: “Acı,” dedi, “Acının ne olduğunu biliyorsun, acıdan korkuyorsun… Bak diğerlerine, en büyük farkın acı, acı kadar gerçek ve acı kadar acımasız ne vardır bu dünyada hatta tüm dünyalarda? Sınıfın ortasındaki sobadan kaçan tek kişi sensin, bu yüzden gerçeksin.”
Bir düşün içinde bir düş mü / Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz? diye soruyor Edgar A. Poe. Aynı soruya cevap bulamamanın, aynı belirsizlikte kaybolmanın verdiği gururla açıyorum gözlerimi -ya da kapıyorum- gerçeğin belirsiz olduğu dünyada ne olduğunu bilmediğim bir şeyleri armaya. Tam o esnada araya girdi bir kez daha yeni bir soruyla:
“Yazdın mı kompozisyonunu?”
“Evet,” dedim, “Yazdım” ve kâğıdı ona uzattım, “Kimler okuyacak?” diye sordum, “Bu sınıftaki herkes,” dedi. Boğazını temizledi, derin bir nefes aldı:
“meditasyon notları, dualite ve buna benzer şeyler” dedi ve okumaya başladı.
ağustos 2023
resim: not to be reproduced, 1937, Rene Magritte