“Orta sınıfın ölümünü küvetin yaşamımızdan kademe kademe çıkmasıyla anlamalı, yeni yetme binaların şişirilmiş görünümlerine iliştirilmiş dandik duşa kabinlerdeki buğulara yazmalıydık. Kimse kalkıp da hijyenden bahsetmesin!”
***
Tiyatrodan haz etmeyen – yer yer nefret eden – birinin Koma Sahne’nin hipster yerleşkesinde bir küvetle baş başa bırakılınca aklından geçenlerin bunlar olmasına şaşmamalı. Dilara Gül ve Burcu Görek’in oynadığı, Gökçenur Şehirli’nin çevirisiyle Tamer Levent’in yönettiği tek perdelik Uyandığımda Sesim Yoktu’yu mırıltı ninni eşliğinde beklerken gergindim ancak oyunun azlığı daha şimdiden hoşuma gidecek gibiydi; öyle de oldu.
Amy Nostbakken ve Norah Sadava ikilisinin 2013-2015 yılları arasında yarattıkları – özgün adı Mouthpiece olan – oyun, annesinin (annelerinin?) ölümünün ardından cenaze faslına hazırlanma faslındaki Cassandra(lar)’ın 24 saat içindeki gelgitli yüzleşmelerini, didişmelerini konu ediniyor. Anne Sexton, Sharon Olds, Amy Gerstler ve Sylvia Plath’ın yazılarından ilham alınarak kadınların birbirleriyle nasıl bağdaştığını keşfederek kat etmek gayesiyle yazılan oyun, feminist anlatılar babında çağrışım ve soyutlama çıtasının yüksekliğiyle epey modernist bir konumda.
Metin olarak slogan atmaya ve bağırganlaşmaya alan açmayan Uyandığımda Sesim Yoktu, Gül ve Görek’in yorumlarıyla sahne sanatlarının yalnızca kendi unsurlarıyla bağırganlaşmasının doğru ve çarpıcı örneklerinden birine dönüşüyor. Küvet ve mikrofondan oluşan minimalist dekorun, sözcüğün çağrıştırdığı tüm kalabalıklığa inat extravaganzalaşması tümüyle oyuncuların altı ustaca doldurulmuş üst perde devinimleriyle gerçekleşiyor. Küvetin kapladığı alanın soyut ve somut olarak arttıkça artması, Cassandra’ların – akıldan çıkmayacak denli hınzır ve zeki mizahı da ihmal etmeyen – iç savaşlarını dışavurmaları, Gül ve Görek’in senkronik oyunbazlıklarıyla eşine az rastlanacak estetik düzeyde bir sahnelemeye varıyor.
Uyandığımda Sesim Yoktu’nun sesi bir motif ya da sözcük oyunundan fazlasına dönüştüren görsel-işitsel biçiminde oyuncuların paslaşma, atışma ve mono-diya-logları senkronlu bir sürümde kotarmalarının payı büyük. Zamane tabiriyle kendi kendine “meydan okuma”lı bu tercih tek başına bile kutlanılası bir zorluk meydana getirirken Gül ve Görek’in bunu ustaca ve zahmetsizmişçsine örmeleri paha biçilmez. Yıkmaya doyamadıkları dördüncü duvar da cabası…
Eril tutuculuğun hegemonyasına başkaldırırken bunu sömürüye yaslanmadan – eril avamlığı hak ettiği gibi iğdiş ederek – yapabilen ve politik çıktılara alan açmak için toplumcu/gerçekçi tercihlerin tek geçer yol olmadığını apaçık eden bu ıpıslak oyun özgürlük ve özerkliğin yanı sıra güler yüzlü ve taşkın bir güç sağlıyor izleyicisine. En nihayetinde “onca yol kat ettik, artık dönmeyiz geri”, öyle değil mi?
Dilara Gül’ün yaptığı yapacağı her işi özellikle merak ettiren Uyandığımda Sesim Yoktu’nun 90. temsili 15 Şubat’ta bir kez daha Koma Sahne’de gerçekleşecek. Daha fazlası için;
https://www.instagram.com/uyandigimdasesimyoktu/
p.s. oyunun ardından sanatçılarla sohbet edebilme ve onları tebrik etme amacıyla havalı havalı beklerken, oyunun belleğime geri getirdiği bir filmi odaklandım. Adını bir türlü hatırlayamadığım filmi de çok sevmiştim ve ondan bahsederek hiç de boş biri olmadığımı göstermenin peşindeydim. Filmi az önce buldum. Ne çıktı dersiniz? Elbette Amy Nostbakken ve Norah Sadava ikilisinin yazıp yönettiği 2018 yapımı Mouthpiece… İyi ki hatırlamamışım, ebediyen rezil/keriz olurdum. Fakat buradan hareketle uyarlama konusunda Uyandığımda Sesim Yoktu’nun ne denli başarılı olduğunun altını çizmeli ve özgürleşme, özerkleşme dokulu bir metnin çeviri ve uyarlanışındaki özgürleşme ve özerkleşme başarısının ayırdına varılmalı. Elbette akla birbirlerini getirecekler ama günün sonunda iki bambaşka yapıtla baştan çıkmış olacaksınız. Seyretmeli.
afiş: Berkcan Okar