Çoğunluk Esme Madra’yı Çoğunluk’la tanıdı. Sonrasında “genel izleyici”nin karşısına Çoğunluğumtrak filmlerde birbirine yakın sayılabilecek rollerle, “niş”lerin karşısına ise tiyatro oyunları, videolar ve kısa filmlerle çıktı. apart gibi kendilerini bir şey sanarak ince ayrımlar peşinde koşanlar içinse Esme Madra, 2020’de yönettiği Sarı, Siyam, Kanocular ve Ev Sahibi filmiyle başka bir mertebeye vardı. Ardından üçüncü kısa metrajı Fırtına’yla seyirci ile arasındaki etkileşimli çağrışımlara hız veren sanatçıyla diyaloğa girmemiz kaçınılmaz bir hal aldı. apart’ın UFF’si (Uşak Film Festivali) sayesinde iletişimde olduğumuz Esme Madra bizleri kırmadı; kendileriyle nihayet paslaştık, söyleştik ve Jakuzi’den Fırtına’ya devindik. Kadrajı ise Erinç Durlanık’a bıraktık.
Onur Keşaplı: Sizi oyunculuğunuzla tanıdıktan sonra şimdilerde yönetmenliğinizle etkileşim
halindeyiz. Yönetmenlik ilk günden bu yana aklınızda mıydı? “Faucault sarkacı” bundan
sonra oyunculuk ve yönetmenliğiniz arasında nasıl bir dengede salınacak?
Yönetmenlik ilk günden beri aklımda değildi hatta hala tam olarak aklımda sayılmaz. Oyunculuk mesleğim. Yönetmenlikse bana kendimi rahat hissettiğim ikinci bir alan açtı,
heyecanla o sulara atlayıveriyorum zaman zaman. Oyunculuk bir gün hayatımdan çıksa çok
zorlanırım gibi geliyor. Yönetmenlik ise içinde olduğum durumları veya hisleri görsel olarak
tarif etme isteği beni sarıp sarmaladığında başvurduğum bir yöntem. Dinamikleri çok farklı
gerçekten. O yüzden ben de nasıl bir dengede salınacağını yaşayarak görecek gibiyim.
Şimdilik yönetmenlik adına yeni bir hayalim yok. Hala Fırtına’nın etkisi altında sayılırım. Yine
de ne zaman ne olacağını bilemeyiz.
Yönettiğiniz filmler için sembolizme odaklı kapalı anlatımlar nitelemesi sanıyoruz ki çok da
uzak bir betimleme olmayacaktır. İçerik ve biçim açısından bu tercihin özünde neler var?
Kapalı anlatım diyebilir miyiz bilmiyorum. Eğer kapalı diyorsak kapalı anlatımlar bence çoğu
zaman daha fazla kapı açıyor açık anlatımlara göre. Aslında sembolizme de odaklanmıyorum,
ne yazarken ne de sahneleri kurarken. Bilinçdışının peşinde sürükleniyorum. Bir hikâye
kurmak değil de önce aklıma gelenleri yazıp, onları sonradan adlandırmak gibi. Duygusal
dalgalanmalar, dönüşümler, hassasiyetler en nihayetinde ortak ve herkes bir şeyleri başka
başka halleriyle yaşıyor. Dolayısıyla ne kadar kişisel olsa da izleyene bir şey ifade edeceğini
umuyorum genellikle. Böyle böyle durumlar var hayatta diyorum sadece. Şöyle bir metafor
olsun, bu da bunu ifade etsin gibi düşünmüyorum. Zaten ister istemez metaforlar
dünyasındayız, ona yapacak bir şey yok gibi. Hani yani, onlara bakarsın ya da daha az
bakarsın ama ordadırlar. Bence.
Oyunculuğunuzu daha çok toplumca gerçekçi olma iddiasını taşıyan izlenimci filmlerde
izledik. Yönetmenliğinizde böylesi bir eğilime uzak oluşunuz bilinçli bir “mesafe” olarak
yorumlanabilir mi? Toplumcu sinema ve sanat ile ilgili düşünceleriniz neler? (Günümüzde
bu çabayı beyhude bulduğumuz belli etmeden sormaya çalıştık, sizce başarabildik mi?)
Benim yazarken ve yönetirken kendimi ifade etme biçimimle oynadığım filmlerin
yönetmenlerininki genellikle çok farklı olageldi. Çoğunluk’tan itibaren böyle devam etti,
doğru. Uzun metrajlar için geçerli bu. Kısa filmler ve tiyatroda birbirinden farklı anlatım
biçimleri deneyimleme fırsatım oldu. Bilinçli olarak mesafe koydum diyemem. Oynadığım
filmlerin arkasındayım. Sadece benim kendimi anlatma biçimim o değil, öyle bir birikimim de
yok, öyle bir insan değilim kısacası. Toplumcu sinema diğer türler gibi bir tür. Herkes kendi
görüşünü, duruşunu, durmayışını, başkaldırısını, eleştirisini, sevgisini nasıl ve hangi türle
ifade edebiliyorsa öyle etsin. Ben her tür filmde oynamaktan zevk alıyorum. Kendine has
olduğu sürece hangi tarzda olduğu önemli değil.
Bir yönetmen olarak oyuncu yönetimine dair nasıl bir süreç izliyorsunuz? Oynadığınız
filmlerdeki yönetmenlerin oyuncu yönetimleriyle benzeştiğiniz ve ayrıştığınız nüanslar
nelerdir?
Zor bir soru. Bu konuda yetersiz olduğumu ve geliştirmem gereken çok şey olduğunu
hissediyorum. Provalarda oyuncuların işine yarayabileceğini düşündüğüm detayları not edip
onlara söylüyorum. Sonra nerdeyse tamamen içgüdüsel davranıyorum. Kafamdaki neydiyse
ona yaklaşmaya çalışırken tahmin etmediğim yerlerde dolanıyorsak teslim olabiliyorum,
bazen de kendi kafamdakinde diretiyorum. Sette rahat etmelerini sağlamaya çalışıyorum,
gerginlikleri varsa görmeye ve yardımcı olmaya çalışıyorum. Bazen gözden kaçırabiliyorum.
Açıkçası kimin oynayacağına karar verirken en güvendiğim ve yaklaşımlarını kendime en
yakın bulduğum insanlarla çalışmaya özen gösterdiğim için işim kolaylaşıyor.
Filmlerinde oynadığım yönetmenlerse birbirlerinden çok farklılar. Mesafeli ve çok detaycı
yönetmenlerle de çalıştım, rahat ve akışın seyrini değiştirecek kararları bile oyunculara
bırakanlara da. Bu durum biraz işin ne gerektirdiğiyle de ilgili sanırım. Bu arada kendimi
çalıştığım yönetmenlerle karşılaştırmam sanki doğru olmaz çünkü ben daha çok kafama göre
bir şeyler deniyorum, bir yol izlediğim söylenemez.
Jakuzi’nin “Şüphe”si başka bir parça, gerçekten. Öte yandan şarkının Eli Kasavi’nin
yönetiminde sizi ve Cem Özeren’i izlediğimiz videosu ise bambaşka. Keşke devamı gelse
aslında… Yapım sürecini sizden dinleyebilir miyiz?
Katılıyorum. Eli’nin kısa filmi için (Evren’in sonu) 2012’de Cem’le bir araya gelmiştik. Beraber
heyecanlı bir süreç geçirmiştik. Yıllar sonra Eli, Jakuzi’nin klibi için aradı ve yine Cem’le
beraber oynayacağımızı söyledi, tekrar çok güzel bir buluşma yaşadık. Müzik klipleri dünyası
hayran olduğum bir dünya. Kendi atmosferine çeken, insanın ruh halini değiştirebilen
güçteler. Açıkçası Şüphe’yi de çok sahipleniyorum, seni orda tutan kliplerden olduğunu
düşünüyorum. Bu da Eli’nin ve Jakuzi’nin dünyasının kesişiminden geliyor bence.
Neler dinlersiniz, neler okursunuz? Neler dinlemezsiniz, neler okumazsınız? Daha daha
neler neler?
Açık Radyo’nun koridorlarında büyümüş bir insanım ben. Dolayısıyla müzik aşığı, belli türlere
tutkuyla bağlanmış çok farklı, çok fazla insanla vakit geçirme fırsatım oldu. Şunu dinlemem
dediğim bir müzik türü yok, belki de o yüzden. Ama bazı enstrümanlara açıkça
dayanamıyorum. Bu titreşimleriyle mi tizlikleriyle mi alakalı bilmiyorum ama onları duyunca
genellikle moralim bozuluyor, gitmek istiyorum. Tulum/gayda ve çoğu zaman keman.
Neler okurum kısmı her dönem değişiklik gösteriyor ama bazen sabit kalanlar oluyor.
Salinger – Franny ve Zooey, Birgül Oğuz – İstasyon, Saroyan – İnsanlık Komedisi, Marquez –
Yüzyıllık Yalnızlık bunlardan bir kaçı. Bazı çocuk kitapları: Küçük Prens, Alis Harikalar
Diyarı’nda, Kumkurdu ve de Edip Cansever, Didem Madak. Bunlar hemen aklıma gelenler,
buraya yazarken bile seviniyorum var oldukları için.
Şu sıralar neler yapıyorsunuz? Yakında neler yapacaksınız?
Şu sıralar Büşra Albayrak’la Eylül sonunda Fırtına’nın da yer alacağı bir kısa film festivaline
paralel olarak bir gösteri hazırlıyoruz. Geçen Nisan ayında Münih’te Halide Edip Adıvar’la
ilgili bir oyunun prömiyerini yaptık. İki sezondur oynadığımız Ama oyunumuz devam ediyor.
Önümüzdeki Eylül’de de sanırım yeni bir tiyatro oyununun provalarına başlayacağım. Şimdi
sıraladıkça anladım ki tiyatrocu olmuşum ben iyice.
Ezgi Sözmen: Filminizin büyük bir bölümü tek mekânda geçiyor. Mekân seçiminde, yapım
ekibi ve sanat yönetmeni ile nasıl bir etkileşim halindeydiniz? Ayrıca sinematografisiyle de
ayrıksı bir hal alan bir film var karşımızda. Ali Farkhonde ile çalışma sürecinizden
bahsedebilir misiniz?
Senaryoyu yaşadığım evi düşünerek yazdım ve en nihayetinde de oturduğum evde çektik.
Sanat yönetmenimiz Selen’e ve görüntü yönetmenimiz Ali’ye bizim evde olur mu sizce
dedim, daha önce defalarca gelmiş oldukları bu eve hep beraber o gözle bakıp olabileceğine
karar verdik. Değiştirmeye başladık evi. Böylece hayalini kurduğum odalardaki mizansenler
tam olarak yazdığım yerde gerçekleşmiş oldu. Koreografiyi Mihran ve Leyla’yla yaptık ve
onlar da evde ne kadar kapı-pencere-baca varsa devreye soktular sağolsunlar, dolayısıyla
evin nerdeyse her yerinde gezen bir film oldu.
Ali’yle ilk filmim Meşakkat Ve Karısı için tanıştık. Çok iyi anlaşacağımızı ön gören ortak bir
arkadaşımız tanıştırdı bizi ve gerçekten de 10 senedir beraber çalışıyoruz. Ali ben film
çekmeye dair hiç bir şey bilmezken ilk filmimi kendi filmi gibi sahiplenerek bana büyük bir
güç verdi ve sonra da devam ettik.
Genellikle senaryoyu ilk anlattığım kişilerden biri Ali oluyor. Beraber oluşturuyoruz çoğu şeyi.
Fırtına yeni şeyler denediğimiz de bir film oldu. Sabit kameradan hareketliye geçmek, kamera
operatörümüz Yasin’le çalışmak, çoğunlukla iç mekânda çekim yapmak gibi.
Abiniz Cem’e ithaf ettiğiniz filminiz Shakespeare’in “Fırtına”sını getiriyor akıllara. Bu esini
ve filmin abinize uzanan patikasındaki çağrışımları açabilir misiniz?
Abimi geçen sene ani bir şekilde kaybettim. O sırada ne yapıyorduysam onu kaybedişimle
beraber yapmaya başladım. Oynadığım filmleri genelde çok sever ama çektiğim filmleri fazla
“sembollerle” dolu bulurdu. Yine de hepsine sevgi dolu yaklaşırdı. Ona ithaf etmek istedim.
Filmimin Shakespeare’in Fırtına’sıyla ise bir alakası yok. Öğrenciyken okumuş ve sevmiştim
ama sonra tekrar okumadım.
Özgür Keşaplı Didrickson: ‘Doğa’ filminizde hem atmosfer yaratımında hem de simgesel
evrenin örülmesinde çok önemli rol üstlenmiş. Doğayla aranızda güçlü bağ hisseden,
ürettiklerinizde ondan ilham alan birisi olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Geçenlerde çektiğimiz kısa filmleri arka arkaya izleme fırsatı bulunca ben de ne kadar çok
suyu, ateşi ve toprağı kullandığımı fark ettim ve Fırtına’da da havayı tabii. Fırtına’da bitkilerin
filmdeki yoğunluğu ve etkisi sanat yönetmenimiz Selen’le beraber geldiğimiz bir nokta oldu.
Özellikle doğa diye düşünmesem de bunlar çok güçlü elementler, dolayısıyla hep oraya doğru
dönüyorum sanırım.
Daha ilk sahneden denizi, yakınlığını hissetsek de bir evin kapalı alanı, bitkileri ve filmin
isminin belirdiği görsel nedeniyle daha çok göl ortamını çağrıştıran bir durağanlığı
soluyoruz filmin ilk bölümünde. Karakterlerin diyalogları aracılığıyla evin dışına
uzanabilsek de gerçek olan ile düş ürünü iç içe geçiyor. Film birbirinin içine geçen
bölümlerle sürekli bir evrim halinde. Midye oyunu, telefon konuşması gibi sahnelerle çok
özgün bir hoşluğu, doğallığı yakalayan diyaloglar bir süre sonra gereksizleşiyor, yok oluyor.
Ev içinde beliren müzisyen, fırtınayla gelen kadın derken iletişim dili sözsüz ilerliyor;
müziğin etkisiyle devinen bedenlerle çoğul anlamları mümkün kılarken filmin sonunda
denize gidileceği nasılsa hep hissediliyor. Gölün durağanlığından dalgalı bir denize ise
geçmiyor film. Sözünü ettiğimiz iç içeliği yansıtır gibi durgun bir denize gidiyoruz. Bir seyirci
olarak karakterlerle ilgili nasıl bir öykü kurduysak sanki önce denizle gölün benzerliğini
yakalamalı ve sonra dalgaları bulmalıyız. Filmin adı ve kadını fırtınanın getirişi nedeniyle
gölün durağanlığının bazen güvenli alan anlamına geleceğini belki hem olumlu hem de
olumsuz şekilde hissediyoruz. Bize geçen bu duygular hakkında yorumunuzla sinemada
sözün yeri hakkında ne düşündüğünüze dair birkaç cümle istesek?
Detaylı yorumunuz için teşekkür ederim. Benim yazarken de çekerken de gezindiğim
yerlerden bahsetmişsiniz. Güvenli alanı hem olumlu hem olumsuz olarak tanımlamak bence
de kilit bir nokta. Oraya bakmaya çalıştım.
Sinemada sözün yeriyle ilgili ne desem şimdi ukalalık olur, o kadar genel konuşamam sanırım.
Benim ilk diyaloglu filmimdi bu. Bundan önce söze ihtiyaç duymuyordum. Bu sefer
karakterlerin konuşuyor olmaları ikisinin arasındaki ilişkiyi daha iyi anlamamızı sağlıyordu ve
sonradan başlarına gelecek olan değişimin de altını çiziyordu. Sonra da dediğiniz gibi yine
konuşmayı bırakıyorlar, ihtiyaç kalmıyor artık.
Çok teşekkürler.
fotoğraflar: Erinç Durlanık / Studio.zade
https://www.instagram.com/studio.zade/
https://www.instagram.com/erincdurlanik/