7 Mayıs sabahı radyodan çıkan anlaşılması zor ses şunları söylüyordu; “Berlin, Reims’te Batılı müttefiklere teslim oldu. Sovyetler‘in gelmesi an meselesi.”
Theodor duyduklarına inanamayıp bir yandan da güneş ışığının zar zor girdiği odadaki toplanmış valizlere baktı. Üzerinde çarşaf olmayan sararmış yatakta yatan yeni doğmuş oğlu huzursuzca ağlıyordu. Annesi içeri girdi ve onu kucaklayıp sakinleştirmek istercesine göğsüne bastırdı. “Gitsek iyi olur Theodor. Radyonun söylediklerini duydun.” dedi Ursula telaşlı sesiyle. Theodor belindeki silahı çıkardı ve karısına doğrulttu. “Siz gelmiyorsunuz.” dedi. Ursulakucağında duran oğlunu daha sıkı tutup korkulu gözlerle eşine baktı. “Bu ne demek oluyor Theodor?” diye sordu. Theodortetiği çekip soruyu yanıtlamadan silahı ateşledi. Ursula bebeğe gelmemesi için sırtını kurşunların hedefi haline getirmişti. Yere yığılsa da hala oğlunu korumaya çalışıyordu. Theodor, Jonas’ı değersiz bir eşyaymış gibi ölmek üzere olan karısının kollarından aldı. Silahı onun küçük bedenine doğrulttu. “Onu öldürme… Yalvarırım.” dedi Ursula can çekişirken. Theodorağlamaktan kıpkırmızı olmuş bebeğin yüzüne baktı. Karısı çoktan ölmüştü. Theodor oğlunu öldürmekten vazgeçti ve Düsseldorf’tan Hollanda’ya ardından gemi yoluyla İngiltere’de bulunan ve kimsenin yerlerini tahmin edemeyeceği Keswick kasabasına doğru yola çıktılar. Theodorkendisini İngiliz asıllı göstermek için sahte kimlik almış ve ismini Robert Hill olarak değiştirmişti. Oğlunun ismi hala aynıydı. Sadece Adolf ismini kimliğine yazdırmamıştı.
20 yıl sonra…
Sonbahar yaklaşıyordu. Jonas kasabanın merkezinde arkadaşları ile geziyordu. Gölün kenarına gidip akşama kadar vakit geçirmek onlar için bir gelenek olmuştu. Oraya gelen kadınları izlerler ve gelecekteki eşleri ile tanışmayı umut ederlerdi. Jonas yaşıtları gibi üniversiteye gidememişti. Babası buna izin vermiyordu. Yıllardır kasabadan dışarı bile adım atamıyordu. Babası bunun yerine ona özel dersler aldırıyordu. Çalışmasına gerek olmadığını ve mirasını devralabileceğini söylerdi. O ise şair olmak ve dünyaya adını duyurmak istiyordu. Çocukluğundan beri piyano dersleri alıyordu. Babası ona karşı hep kabaydı fakat ona kaliteli bir hayat vermeyi ihmal etmiyordu. İstediği eğitimi almasına olanak tanıyor fakat Keswick‘ten dışarı çıkmasına izin vermiyordu. Koyu ahşap ve koyu renk mobilyaların hâkim olduğu bu karanlık ev onun tüm ilhamını ve yaşam enerjisini sömürüyordu. Bu yüzden kendi odasındaki tüm eşyaları açık renk seçmiş ve güneş girsin diye perdelerini asla kapatmıyordu. Theodor tipik bir Alman kadar sarışındı. Ellerinin üzerinde çilleri ve kabarık damarları gaddar yüzü ile birleşince kâbustan farksız olurdu. Kalın camlı gözlüklerini takar, ağzını bükerek saatlerce bir şeyler okurdu. Akşam karanlığı çökünce babası çekilmez hale geliyordu. Elinde bira şişesi ve sigarası ile etrafta dolanır, küfürler savururdu. Jonasküçükken onun bu anlarından kaçmak için gardıroba saklanır ve sabaha kadar dua ederdi. Bir de babasının bodrum katında üç kapı ve on beş kilitle koruduğu gizemli bir odası vardı. Oraya girmesine asla izin vermezdi. Jonas orada ne olduğunu sorduğunda babası cevap vermezdi ve bu soruların cevabı şiddet olurdu. Jonas sürekli iyi ütülenmiş takımını giymek zorundaydı. Kendi konfor alanlarında bile ayaklarını uzatmasına izin vermezdi.
Jonas büyüdükçe babası daha da aksi bir adam olmuştu. Yirmilerinin başında bir gençti ve şiddet görmek onun gururunu kırıyordu. Eskisi gibi gardıroba da sığamıyordu. En önemlisi dünyayı keşfetmek istiyordu. Farklı lezzetler ve kültürleri görmek istiyordu. Böyle şeyler onun için gezgin kitaplarında kalıyordu. Arkadaşları gibi gölün kenarında evleneceği kızı aramak istemiyordu. Kasabadaki çoğu kız onunla babasının mirası için evlenirdi fakat Jonas onu kendisi olduğu için seven birini istiyordu. Babası ile akşam yemeği yerlerken peçete ile ağzını nazikçe temizleyip bir şeyler söylemek istercesine boğazını temizledi fakat kelimeler boğazına dizildiği ve cesaretini toplayamadığı için bir süre sustu. Yeniden konuşacak gibi oldu fakat yine sustu.
“Söylemek istediğin bir şey mi var?” diye sordu babası. Jonasoturuşunu dikleştirdi ve ellerini huzursuzca dizlerinin üzerine koydu.
“Aslında var… Evet… B- ben…” dedi kalbi hızla çarparken.
“Lafı ağzında geveleme.” dedi babası kızgın sesiyle.
Bu Jonas’ı daha çok gerdi. Derin bir nefes alıp konuştu. “Biliyorsun ki artık yirmi yaşındayım. Yaşıtlarım üniversiteye gidiyor ve dünyayı geziyorlar. Ben de onlar gibi olmak istiyorum.” dedi. Bunları söylerken terledi ve ellerinin titremesini durdurmak için dizlerine iyice bastırdı.
Babası ayağa kalktı ve kül tablasından sigarasını aldı. Jonas’ınarkasına geçti. Kulağına eğilirken dizlerinin üzerinde duran ellerinden birine sigarayı bastı. Oğlunun çırpınmaması için ensesinden tutup baskıladı. Sigarayı daha da bastırırken sinirle kulağına şu sözleri söyledi. “Bu konu hakkında fikrimi bildiğin halde konuşma cesaretini gösteriyorsun ama ben aynı şeyi tekrarlatan insanları sevmem Jonas.” dedi.
Babası sigarayı aldı ve onu serbest bıraktı. Jonas söyledikleri için pişman oldu ya da pişman edildi. Babası gider gitmez yanığın üzerini lavaboda yıkadı. Acı onun yüzünü buruşturup sızlanmasına sebep oldu.
Ertesi gün…
Arkadaşlarıyla yine gölün kenarına gittiler. Hafta sonu olduğundan kasabadaki gençlerin çoğu buraya gelmişti. Jonas’ın arkadaşları etraftaki kızlara bakıyorlardı. Jonas ise gölün kenarına oturmuş bir şeyler karalıyordu. İlham alabilmek için suyun sesine odaklanmaya çalışa da gürültü onu engelliyordu. Arkadaşı Will onun yanına oturup defteri aniden elinden aldı. “Şiir yazmayı bırakıp biraz etrafına bak.” dedi.
Jonas defteri arkadaşından almak için uzandı ama başaramadı. Kaşlarını çatıp ona sordu; “Ne varmış etrafta?”
“Dişçi Harry’nin kızı Betty seni izliyor. Ne kadar güzel olduğuna bir bak. Güneş gibi saçları ve yemyeşil gözleri…” dedi arkadaşı ona hayranlıkla bakarken.
Jonas gülümsedi. “Bence sen gidip konuşmalısın. Dostum bir kıza âşıksa benim onunla konuşmam doğru olmaz.” dedi omzunu sıvazlarken. Will ona minnetle baktı, defterini geri verdi ve Betty’nin yanına gitti. Arkadaşı Will’e hiçbir şey söylemeden daha tenha bir yer bulmaya gitti. Tek istediği daha az gürültü ve ilhamdı. Yalnız kalmak istediğinde gittiği bir yer vardı. Söğütlerin ve sazların arasında kalan ve gölün cam gibi göründüğü bir yerdi burası. Orada kendisinin yaptırdığı bir bank vardı. Ondan başkası pek oraya gitmezdi ve şiirlerini burada yazardı.
Oraya vardığında bankta başka birinin oturduğunu gördü. Yüzü göle dönük olduğundan sadece arkası görünüyordu. Simsiyah dalgalı saçları banktan sarkıyordu. Yarım kollu bordo bir elbise ve siyah babet giymişti. Belinde siyah bir kemer takılıydı. Şapkasını çıkarıp yan tarafına koymuştu. Jonas yavaş adımlarla yaklaşırken onu rahatsız etmekten de korkmuştu.
“Affedersiniz…” dedi nazikçe. Tam arkasında durduğu bu genç hanım birden ayağa kalktı. Jonas nihayet yüzünü görebilmişti. Jonas’ın gözbebekleri onu görür görmez kocaman oldu.
Yüzünün her bir detayını saniyeler içinde aklına kazımıştı. Genç kadın Jonas’a, Jonas ise hayatı boyunca gördüğü en saf aynı zamanda en kurnaz yüze bakıyordu. Hafif çekik kehribar gözlerinin içinde milyonlarca yıldız varmış gibi hissetti. Kibar dudaklarının kenarında hafif çizgiler vardı. Jonas konuşmayı unutmuş gibi bakarken genç kadın onun yanından geçip gitmişti. Jonas ise sadece onun gidişini izledi. Bir süre bankta oturup soluklandı. Yaşadığı çarpıntı ve karın ağrısı hiçbir şey yapmamasına rağmen üzerindeki yorgunluk hissi ile az önce gördüğü yüzün kelimeleri nasıl kafiyeye dönüştürebileceğini düşündü.
Bir süre sonra bankta unutulan bordo şapkaya baktı. Onu alıp kalabalığın olduğu yere doğru koştu. Gözleri onu arıyordu ama bulamamıştı. Arkadaşı Will onun yanına geldi. “Anlaşılan Betty’nin de bana hisleri varmış.” yüzündeki mutlu ifadeyle. Jonas’ın elinde tuttuğu şapkaya baktı. “Bu şapka kimin? Yoksa…” dedi imalı gülümsemesiyle.
Jonas onu aldırmadan hala etrafına bakıyordu. Az önce gördüğü genç kadın at arabasına binmiş gidiyordu. Will’e onu gösterdi. “Bu şapka ona ait. Bankta unuttu. Kim olduğunu biliyor musun?” diye sordu Jonas. Will uzun süre onun arkasından baktı.
“Onu tanıyorum. Bir hafta önce taşınmış. Kendisi dul bir kadın ve buraya piyano öğretmenliği yapmaya gelmiş. Bildiğim kadarıyla kocası çiçek hastalığından ölmüş. O şapkayı at bence sana da hastalık bulaşmasın.” dedi şapkaya iğrenerek bakarken.
Piyano derslerini nerede verdiğini öğrenip peşinden gitti. Kasaba merkezindeki ara sokaklarda bulunan eski bir atölyeyi kiralamıştı. Jonas atölyenin önüne geldiğinde genç kadın yerleri silmekle meşguldü. Katlanmış duvara yaslı eski halılar hala duruyordu. Küçük atölyede biri bordo ikisi siyah üç tane piyano vardı. Atölyenin kapısı açılınca işini yarım bırakıp ellerini önlüğüne sildi. Az önce gördüğü bu genci tanımıştı. Elinde ona ait şapkasını tutuyordu. Sıcacık gülümsedi ve bir tabure getirip ona yer gösterdi. Jonas oturdu ve onu yeniden incelemeye başladı. Yanlış anlamaması için bazen gözlerini kaçırıyordu. “Şapkamı getirdiğinizi söylesem çok mu zeki olurum?” diye sordu. Aksanı İngilizlere benzemiyordu. Jonasayağa kalktı ve ona birkaç adım yaklaştı. Şapkayı nazikçe uzattı ve hemen yerine oturdu. “Gölün kenarındaki o banka kimse gelmez. Sizi görmek beni şaşırttı. Ayrıca buralardan değilsiniz sanırım. Aksanınız…” dedi çekinerek.
“Ben Carolina Roux, Fransa’dan buraya geldim. Eşim askerdi. Onu kaybedince buraya taşındım. Asıl amacım Londra’ya taşınmaktı fakat orada tutunmak zordur.” dedi boynunu bükerken.
“Etraftaki söylentiler eşinizin çiçek hastalığından öldüğü yönünde…” dedi Jonas fakat bunu söylediğine, saniyesinde pişman oldu.
Carolina gözlerini devirdi ve şapkasını piyanolardan birinin üzerine koydu. Kendisine de bir tabure çekti ve eteğini düzeltip oturdu. “Evli kadınlar kocalarını benden korumak için böyle bir dedikodu yaymış olmalılar. Güya çiçek hastalığı bulaştıracağım onlara…” dedi alay edercesine gülümseyerek. Jonas da gülümsedi. Kendisini ona tanıtmayı unuttuğu için bir an duraksadı ve bir şey söyleyecek gibi oldu. Bu çekingen tavrı ona babası kazandırmıştı ve kurtulamıyordu.
“Bir şey mi söyleyeceksiniz?” diye sordu Carolina.
Jonas elini ensesine koydu ve biraz düşündü. “Aslında kendimi size tanıtmadım. Ben Jonas Hill. Buralıyım. Aslında kendimi bildim bileli buradaydım.” dedi utangaç tavrıyla. Yanakları kızarmıştı ve zoraki gülümsüyordu.
Carolina onun bu tavırlarına şefkatli bir gülümsemeyle yaklaşıyordu. Akşama kadar sohbet ettiler ve birbirlerini tanıdılar. Carolina ona sütlü çay ve bisküvi ikram etti. Jonas’ınısrarıyla atölyeyi temizlemesine Carolina izin vermişti. Her şey yerine oturmuştu. Jonas ona küçüklüğünden beri piyano dersi aldığını ve isterse yardım edebileceğini söylemişti. Carolina onu dinlemek için piyanolardan birini gösterdi. Jonas, Franz Liszt‘in eseri Liebesträume çalmaya başladı.
Carolina onu hayranlıkla dinliyordu. Başında dururken elindeki sigara yanığını fark etti ve nazikçe dokundu. Jonasçalmayı bıraktı. Carolina’nın eğildiğinden saçları onun omzuna doğru sarkmış ve yüzünü okşuyordu. “Acıyor mu?” diye sordu Carolina.
Jonas acımadığını söylese de yalan olduğu aşikârdı. Carolina onun bu konudan rahatsız olduğunu anlayınca geri çekildi. Jonas piyanonun başından kalktı. Birbirlerinin gözlerine bakmıyorlardı. Jonas taburenin üzerinde duran kumaş ceketini aldı ve atölyeden çıkmaya yeltendi. “Jonas…” dedi Carolina onu durdurmak istercesine. Jonas kapının kolunu tutup bekledi. “İstediğin zaman atölyeme gelebilirsin. Yetenekli bir çocuksun.” dedi Carolina. Jonas’ın gördüğü ilk anda âşık olduğu kadının ona çocuk demesi onu zor duruma sokmuştu. Hiçbir şey demeden başını salladı ve atölyeden ayrıldı. Akşam karanlığı çökmüştü ve saat sekizi çoktan geçmişti. Eve geldiğinde babası onu salonda oturmuş bekliyordu. Jonasgergince içeri girdi. Babasından yiyeceği tokada kendini hazırlamıştı.
Babası ona neden geç kaldığının hesabını soruyordu. Jonas ise susup onun azarlamalarını dinliyordu. Babası uzun bir fırçanın ardından onu odasına yollamıştı. Jonas babasının yine sarhoş olacağını bildiğinden kapısını kilitleyip pikaba gürültülü bir rock şarkısı koydu.
Ertesi gün…
Babası ile kahvaltı ederlerken Jonas atölyeden bahsetti. Orada insanlara piyano çalmayı öğretebileceğini ve kendisi için de vakit geçirebileceği bir yer olduğunu söyledi. Babası şehir dışına çıkmadığı ve geç kalmadığı sürece istediğini yapabileceğini söylemişti.
Jonas heyecan ve mutluluğun verdiği enerjiyle evden fırlamıştı. Aceleyle kahverengi takımını giymiş. Fötr şapkasını bile takmayı unutmuştu. Bestelerinin olduğu postacı çantası o koşarken omzunda zor duruyordu. Atölyeye yaklaştığında Carolina’yı gördü. Birkaç adam onun yanından geçerken sözleriyle taciz ediyordu. Jonas sinirlenip hemen onun yanına koştu. Adamlar onu görünce uzaklaştı. “Dul bir kadın ve onu koruyan bir erkek. Günüm daha iyi başlayamazdı.” diye söylenerek atölyeden içeri girdi. Jonas yanlış bir şey yaptığını düşündü. Aslında Carolina Jonas’a değil topluma kızıyordu. Toplumun bir kadını bir erkeğin korumasına muhtaç bırakmasına…
Carolina ve Jonas birkaç saat piyano çaldılar ve Jonasbestelerini gösterdi. Aynı zamanda şiir yazması hakkında konuştular. Carolina onun şiirlerinden birini okumaya başladı. Babasının ona gösterdiği şiddet hakkındaydı. Bu konu hakkında sorular sordu ve Jonas ona kendisini daha da açtı. Annesinin onu doğururken öldüğünü anlatarak başladı. Babasının ona Keswick dışına çıkarmadığından, yaşıtları gibi üniversiteye gidemediğinden, özel öğretmenlerden ders almasından ve dünyayı keşfetme isteğinden bahsetti. Carolina onu ilgiyle dinledi. Dünyanın farklı yerlerini görme arzusu, ünlü bir şair olma hayali ve farklı lezzetler tatmak istemesinin genç bir insan için oldukça normal bir durum olabileceğini fakat bu merak duygusu bastırıldıkça ona acı verebileceğinin kaçınılmaz olduğunu düşündü.
Carolina ona kendi elleriyle yaptığı Flamiche’den ikram etmişti. Pırasa ve krema ile yapılan bu börek onun için bir başlangıç olabilirdi. Carolina çoğu ülkeye gittiğinden Jonassürekli merak edip ona sorular soruyordu. Carolina ise bıkmadan onun sorularını cevaplıyordu. Günler geçtikçe atölyeye birbirlerini daha çok tanıyorlardı. Jonas ona kendisini tüm saflığı ile açıyordu.
Carolina ise bir ajandı ve rolünü sabırla oynuyordu. Atölyeye gelen öğrencileri eğitiyorlar ve boş zamanlarda daha da yakınlaşıyorlardı. Carolina ona Fransa’ya özgü lezzetleri tattırıyor, Jonas ise ona aşkını itiraf ettiği gizli şiirler yazıyordu. Aralarındaki on yaş farkı onun çekinmesi için geçerli bir nedendi. Ayrıca eşini yeni kaybetmiş bir kadındı. Bir de içinde babasının korkusu vardı. Eğer Carolina’ya olan aşkını öğrenirse sonu iyi olmazdı.
Bir hafta sonu Carolina ve Jonas ilk karşılaştıkları yere piknik yapmaya gittiler. Carolina ona dünyanın farklı yerlerinin fotoğrafları ve betimlemesi olan bir gezgin kitabı hediye etti. Jonas minnetle kitabı aldı. Gözleri dolmuş ve yanakları kızarmıştı. Carolina gölü izlerken Jonas elindeki kâğıda bir şeyler yazıyordu. Carolina ona ne yazdığın soru fakat Jonasgöstermedi. Bu yine ona yazdığı aşk şiirlerindendi ve henüz itiraf etmek için hazır değildi. Carolina ondan bir kâğıt ve kalem istedi. İkisi de beş dakika içinde bir şiir yazıp birbirlerine okuyacaklardı. Jonas ona hislerini itiraf etmek için en doğru zamanın bu şiiri okumak olduğunu düşündü. Birbirlerine arkalarını dönüp yazmaya başladılar. Beş dakika sonra ikisi de birbirine baktı. Carolina daha önce pek şiir yazmamıştı. Jonas ise yıllardır yazıyordu ve deneyimliydi. Carolina utandığı için önce Jonas’ın okumasını istedi.
Jonas’ın şiiri;
Beni göle götür. Şairlerin öldüğü o yere.
Buraya ait değilim, ben bir kâşifim, sen de öyle…
Bu söğütlerin arası masum hislerimi itiraf etmem için doğru yer olabilir mi?
Ama buradan yalnız gidemem. İlhamım olmadan… Sen olmadan…
Carolina şiiri dinlerken bir şeyleri sezmişti. Amacına ulaşmış gibi gülümserken bir yandan kalbinde bir şeyler kıpırdıyordu. Bunun olması iyi değildi. Jonas’ın babasını tutuklayıp ölü veya diri teslim etmesi gerekiyordu. Buraya onu bağlayan bir şeyin olması iyiye işaret değildi. Carolina düşünceye dalmışken Jonas nazikçe koluna dokunup şiirini okumasını istedi.
Carolina’nın şiiri;
Aslında söylemekten korktuğum sırlarım var sana,
Bence eviniz hayaletli ve baban bu yüzden çok sinirli olmalı.
Gelip benimle kaçmalısın uzaklara,
Böylece denizlerdeki korsanlar olabiliriz.
Bir daha acı çekmek veya gardıroba saklanmak zorunda kalmazsın.
Ve bir halk şarkısı gibi, dilden dile dolanırız.
Konuşmadan birbirlerine bakıyorlardı. İkisi de birbirlerine mesaj veriyordu. Jonas, Keswic’ten çok uzaklara gidebilmenin hayalini kurdu bir an… Kendisini çok cesur hissediyordu. Birden babasına karşı olan korkusu kaybolmuştu ve ağzından iki kelime döküldü. “Evlen benimle.” dedi. Bunu söylerken hiç çekinmedi. Kalbi damarları kopacakmış gibi çarpıyordu. Bu heyecanıyla tüm gölü yüzebileceğini bile düşündü.
Carolina önce cevap vermedi. Yüzünde bir şaşkınlık ifadesi hâkimdi. Jonas’ın teklifini onun babasına yakınlaşabilmek için bir bahane gibi gördü. Aynı zamanda kalbi hızla atmaya başladı. Elini kalbine koyup biraz düşündü. Jonas onun cevabını beklerken Carolina ağlamaya başladı. Jonas ona ön cebindeki mendili uzattı. Carolina gözyaşlarını silerken başını evet anlamında salladı. Carolina’yı evine bırakıp kendi evine doğru yola çıktı. Karanlık sokakta yürürken içine bir kasvet çöktü. Babası buna karşı çıkacaktı. Aslında sadece babası değil toplum onun dul bir kadınla evlenmesine kötü bakacaktı. Carolina’nın onunla mirası için evleneceğini düşüneceklerdi. Bir yandan da kendisine lanet ediyordu çünkü bu kadar korkak olmasının yanlış olduğunu hissetti.
Jonas bu düşüncelere dalarken kendini evinin önünde buldu. Babası etrafta yoktu. Yine o bodrum kata gittiğini düşünüp tekli koltuğa oturdu. Babası tahmin ettiği gibi bodrum kattan geliyordu. Elinde belgeler vardı. Jonas’a selam bile vermeden odasına gitmek için merdivenlerden çıkıyordu. Babasını durdurup konuşmak istediğini söyledi. “Fazla uzatma işlerim var.” dedi babası. Jonas hemen lafa girdi. Birisiyle tanıştığını ve onunla tanışmasını istediğini söyledi. Babası merdivenlerden geri inip oğlunun tam karşısına oturdu. Kiminle tanıştığını sordu. Jonas ona kendisinden on yaş büyük Fransız Carolina ile tanıştığını ve evlenme teklifi ettiğini söyledi. Babasının sinirden gözü dönmüştü.
“O dul kadın mirasın peşinde olmasın? Senin gibi bir aptalı da kullanıyor.” diye çıkıştı.
“Bizim zenginliğimiz umurunda bile değil. Onu seviyorum baba. Hayatım boyunca istediğim hiçbir şeyi yapamadım. İstersen beni mirasından men et. Bu sefer önümde durma.” dedi tüm cesaretini toplayarak. Babası sehpanın üzerindeki pikabı alıp oğlunun suratına vurdu. Cebindeki anahtarların düştüğünü gürültüden fark etmemişti. Jonas yere yığılınca pikabı şiddetle üzerine fırlatıp tekmelemeye başladı.
“O dul kadına verdiğin sözü geri alacaksın. Kendi denginde biriyle evleneceksin. Yoksa seni öldürürüm.
Yemin ederim yaparım bunu.” dedi ona bağırırken.
Jonas eliyle anahtarları koltuğun altına itti. Babasından gizli bodrum kata inip merak ettiklerini öğrenebilecekti.
Babası onu olduğu yerde bırakıp odasına gitti. Jonas yüzüne koymak için dolaptan biraz buz aldı. Babası ışığını söndürünce uyuduğundan emin olup bodrum kata indi. Üç kapı ve on beş kilidi açıp içeri girdi. İlk bakışta bir çalışma odasından farksızdı. Babasının gelme ihtimaline karşı kapıları kendi üstüne kilitledi. Sabaha kadar odadaki tüm belgeleri okudu ve babasının nasıl bir şeytan olduğunu öğrendi. Auschwitz Kampında yaptığı ölümcül ve insanlık dışı deneylerin belgelerini, babasının gerçek adını ve günlüğünü okuyarak annesinin nasıl öldüğünü öğrenmişti. Bakmadığı sonçekmecede ise yeni doğduğunda çektirdikleri aile fotoğrafı vardı. Arkasında “29 Nisan 1945, Adolf Jonas Weber’indoğumu. Weber ailesi.” yazıyordu. Jonas annesinin fotoğrafına bakarak öğrendiklerini hazmetmeye çalışıyordu. Keswic’tençıkamaması ve tüm bu olanları düşününce parçalar yerine oturuyordu. Jonas her şeyi eski yerine koyup odadan çıkarken üçüncü kapının sonunda babasının kendisine doğrulttuğu silahla burun buruna geldi.
“Ne halt ediyordun orada?” diye sordu dişlerini sıkarak.
Jonas hiçbir şey söylemedi fakat kaşları çatıktı ve silahın soğuk namlusunu sırtında hissederek merdivenlerden zorla çıktı. Onu salona götürdü ve aynı soruyu yine sordu. Jonas ona nefretle baktı.
“Kim olduğunu biliyorum baba. Theodor Weber. Sen bir suçlusun. Bana da taptığın şeytanın adını vermişsin. Adolf Jonas Weber… Annemi nasıl öldürdüğünü biliyorum. Kitaplarda anlattıkları zalim doktorlardan birinin sen olduğunu nasıl tahmin edebilirdim. Bıyıklarını ve saç kesimini değiştirmişsin ama hala bir canisin.” dedi kızgınca.
Theodor kızgın sesiyle gürledi. “Anneni öldürdüğüm gün seni de öldürmeyi kafama koymuştum ama annen yalvardı ve bunu yapmadım. Seni sevdiğim için falan da değil. Hayatım boyunca senden nefret ettim. Yaptığın her hareket, nefes alman, yutkunman, konuşman… Saç tellerine varana kadar nefret ediyorum senden.” dedi babası tüm nefretini kusarken. Babasının hareketleri, bakışları ve konuşması Hitler’den farksızdı.
Jonas ona hem korkuyla hem de üzülerek baktı ve onu kanuna teslim edeceğini, ardından Carolina’yı alıp Keswick’tengideceğini de söyledi.
Theodor tetiği çekti ve kurnazca güldü. “Annenin sonunu yaşayacaksın. Sen de sırlarla öleceksin ve seni yok edeceğim. Kemiklerine kadar… Sonra da kayıp ilanı verip arkandan ağlıyormuş gibi yapacağım. Hem de büyük bir zevkle…” dedi.
Jonas sonun kendine geldiğini hissedebiliyordu. Derin bir nefes alıp gözlerini sıkıca kapattı. Bir silah sesi duyulmuştu fakat Jonas acı çekmiyordu. Gözlerini açtığında babası yerde kanlar içinde yatıyordu. Carolina ise üzerinden duman çıkan silahını üfledi ve beline geri koydu.
Jonas içinde bulunduğu bu sahneye anlam veremiyordu. Carolina koltuklardan birine hiçbir şey olmamış gibi oturdu ve Jonas’a da oturması için işaret etti. Jonas babasının cesedine gözlerini ayırmadan bakarken koltuklardan birine oturdu.
Carolina tüm ciddiyeti ile konuşmaya başladı. “Tüm bu olanlara bir ışık tutmak isterim. Sandığın gibi bir piyano öğretmeni falan değilim. Doğru olan tek şey Fransız olduğum. Buraya babanı ölü ya da diri ele geçirmek için gönderilen bir ajanım. Bu yüzden babana ulaşabilmek için seni köprü olarak kullanıyordum.” dedi soğukkanlılıkla.
“Her şey yalandı yani? Yaşananlar… Evlilik teklifimi kabul etmen… Yazdığımız o şiirler…” dedi üzgün sesiyle. Carolina ona üzülerek baktı. Jonas dağılmış bir haldeydi. Dün geceden beri yaşadığı ve öğrendiği şeyler çok ağırdı.
“Jonas… Üzgünüm.” dedi Carolina içini çekerek.
Jonas yumruklarını sıktı. Ağlamasını durduramıyordu. “Ama ben seni seviyorum.” dedi çaresizce. Carolina’nın gözlerinin içine baktı yalvarır gibi.
Carolina olduğu yerden kalktı ve onun omzunu sıvazladı. “Geçer… Henüz çok küçüksün…” dedi. Jonas ayağa kalkıp sıkıca Carolina’ya sarıldı. Carolina ona karşılık vermemek için kendini zor tuttu. Ellerindeki deri eldiveni çıkartıp her yere parmak izi bıraktı. Silahını da babasının cesedinin yanına attı. “Polisleri çağır ve tüm suçu bana yık. Onlara bir hırsız olduğumu ve babanı parası için öldürdüğümü söyle. Ayrıca şu bodrum kattaki belgelerin hepsini yak. Bir caninin oğlu olduğun bilinsin istemezsin. Senin varlığından hükümete bahsetmeyeceğim. Hayatına Jonas Hill olarak devam et.” dedi Carolina.
Jonas dağılmış halde koltukta oturuyordu. Carolina çıkmadan önce Jonas onu durdurdu. Odasından ona yazdığı şiirleri getirdi. Carolina onları çantasına koyarken gölün kenarında Jonas için yazdığı şiiri çantasından çıkarıp Jonas’ın ön cebine koydu.
“Hoşça kal Jonas.” dedi Carolina. Jonas, acizce Carolina’nın gidişini izledi. Evden sadece şiirlerini ve bestelerini alıp her yere benzin döktü. Yangınla birlikte o kasvetli ev, Carolina’nın izleri, babasının cesedi ve tüm belgeler yok oldu.
resim: Amber Eve (2022) – Ron Hicks