“Işık arayan insan derin mi derin bir karanlığın içine düşermiş” öyle demiş Jung. Bu cümleye
tutunarak hapsolduğum karanlığı meşrulaştırıyordum aslında. Yalnızlığımı sevdiğimi
sanıyordu çevremdekiler oysa korkuyordum yalnızlıktan. Ve yine korkuyordum incinmekten.
Beni inciten şey yıllardır aşina olduğum yalnızlığım olsun istiyordum, bir şekilde katlanırdım
o acıya. Böyleydi yalnızlıkla olan ilişkim, çaresiz bir zaruretten ibaret. Ondan örülüydü
duvarlar, koruyordum kendimi çünkü bugüne dek hep acı verdi o duvarlardan sızanlar. İşte bu
defterde birikti hep hatıra kalanlar ve teker teker azaldı nasıl olduğumu soranlar. Böyleydi
süreç, kabullendim. Ben yalnızlığı hiç sevmedim ve bunu bir sır olarak sakladım. Mecbur
kaldığım gerçekliği sevdiğimi sansınlar istedim.
“Ben böyle iyiyim,” dedim birilerinin sormasını beklemeden. İyiyim zannettiler, yani öyle
zannetmiş olmalılar ki gelmemeleri bir neden sonuç ilişkisine otursun. İllaki bir nedeni olmalı
bir kuş uçmaz kervan geçmez benliğin ve bir çölün susuzluğunu andıran kimsesizliğin.
Bugün yine camın ardından seyrettim caddeyi. Yağmurluydu hava, kafalarına poşet geçirmiş
insanları gördüm. Kendimi koydum onların yerine, kafamda bir poşetle koşuyordum caddede,
yokuş aşağı… Belki her şey yerine otururdu, belki de en büyük eksikliğim buydu kim bilir.
Belki de kader zincirimin bugünü ile mutlu olduğum günleri birbirine bağlayacak halkaydı o
enstantane. Belki de sahiden kafamda bir poşetle koşarken yoluna girecekti hayatım.
Düzensiz beslenme, düzensiz çalışma ve düzensiz oturma biçimim sebebiyle çektiğim
sancılar, düzenli olarak düşünmemden kaynaklı zihnimle bedenim arasında mekik dokuyordu.
Yine uyumakta güçlük çektiğim gecelerden birinde, kafamda poşetle caddede koşacağım
günün hayalini kurdum, her şeyin sona ereceği ve huzura kavuşacağım o kutlu anı. “E koş…”
dedi kaynağı belirsiz bir ses, Pinokyo’nun kafasındaki çekirge misali konuştu zihnim benimle.
Doğru… Kimse beni tanımıyordu, kimse beni bilmiyordu. Bugün ölsem kokuncaya kadar
haberi olmazdı hiç kimsenin. Mutluluk bu kadar ani ve hızlı bir şekilde gelecekse, koşayım
kafamda bir poşetle. Ne olabilirdi ki?
Sabaha kadar o anın provasını yaptım, önce kafamın sonra da evin içinde ve son olarak da
rüyamda… Kafamda bir poşetle koşuyordum yokuş aşağı ve yol bitiyordu, süzülüyordum
uçuruma doğru ancak kafamdaki poşet sayesinde yükseliyordum göğe doğru, diniyordu
yağmur, güneşe doğru uçuyordum tıpkı İkarus gibi ve yine onun gibi haddinden fazla
yaklaşıyordum, eriyordu poşetim, yakıyordu yüzümü ve düşüyordum. Eriyen plastik derime
nüfuz ediyordu. Sentetik poşetin parçaları organik cildimle birleşirken yaklaşıyordum yerküreye doğru. Haddinden fazla mutlu olmamalı insan, kaybolduğunda yönünü belirlemeye
yarayacak bir zıtlığa sahip olmalı kerteriz misali. Çarptım ve uyandım. Hazırdım, bugün
yapacaktım.
Afili bir poşet geçirdim kafama, ilkin biraz utandım. Birkaç tur attım kutu gibi evimin içinde.
Sonra apartmana ilk adımımı attım atmasına ancak çıkamadım dışarı, bekledim dış kapının
önünde. Girişteki aynada seyrettim kendimi. Rezil, rüsva ve daha önce hiç olmadığım kadar
komik bir haldeydim. Yüzüm görünmüyordu gerçi, kimse tanıyamazdı beni. Yüzüm görünse
bile pek tanınmazdım gerçi. O sırada biri seslendi arkamdan; orta yaşlı, kır saçlı, yeşil gözlü
sevecen bir adam, “Gel komşum, şemsiyem var” dedi. Poşeti cebime koydum, başladım
yürümeye. “Hayır ben kafamda bir poşetle koşup bu buhranlı günleri uğurlayıp mutlulukla
kucaklaşacağım,” diyemedim. Nereye gittiğini bilmiyordum gerçi onunla karşılaşmadan önce
nereye gideceğimi de bilmiyordum, takıldım peşine.
“Biliyor musun,” diye başladım söze, “O poşeti kafama geçirip koşarsam, tüm dertlerimden
kurtulurum diye düşünmüştüm dün gece.”
“Ne derdin var ki?” Ne derdim olduğunu bilmediğimi söyleyince gülmeye başladı. O esnada
yanımızdan kafasına poşet geçirmiş bir adam geçti telaşla, tepemizdeki şemsiyeye baktı
imrenerek. “Bak mesela,” dedi komşum, devam etti:
“Markete gidiyorum, akşama mantar sote yapacağım. Ne istediğimi düşündüm önce, onu
bulduktan sonra da kavuşmak adına yapmam gerekenleri planladım, şimdi hepsini bir poşete
doldurup eve döneceğim. İlerleyen saatlerde de pişirmeye başlayacağız hanımla. Akşam da
afiyetle yiyeceğiz.” Marketin kapısının önüne geldiğimizde kapadı şemsiyeyi, tentenin altına
girmişti az önce kapadığı şemsiyesinin sularını silkeleyerek süzmeye çalışırken, ben
ıslanıyordum, onun kadar tedbirli değildim. “Sen de öyle komşum, benim gibi yap. Düşün ve
her ne istiyorsan onu at poşete, kafan gövdende kalsın.”
“Çok yalnızım” dedim ıslanmaya devam ederken, “Ve sana bir sır vereyim: Ben bu durumdan
hiç hoşnut değilim, sevmiyorum yalnızlığı, korkuyorum ondan.”
Duygularımdan da korkuyordum, yanlış yöne sürüklüyordu beni, seziyordum. Duygularımı
ve yalnızlığımı birine emanet etmek istiyordum. Saklasın, gizlesin benden. Korku zihnimi
terk etsin, geriye sadece sevmek kalsın… “Vücuduna sardığın poşettendir,” dedi komşum.
“Çıkar da temiz hava girsin ciğerlerine, cildine. Hayat ve sevgi tohumları yeniden yeşermeye
başlasın o karanlık ekosisteminde.”