© 2022 Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .

Albatros Öyküleri II – Vehbi Amca

Ocak 10, 2023
Osman Argül

Paylaş

Denizci: Kaptan gemi su alıyor.
Kaptan: Yolcuları kurtarma botuna bindirin.
Denizci: Siz Kaptan, siz ne yapacaksınız,
Kaptan: Gemiden herkes kurtulmadan gemimi terk etmem.

Gece denizin ortasında çakan şimşeklerin altında, gemi çatırdamaya başlamıştı. Fırtınaya ve
dalgalara daha fazla dayanamazdı. Japonya’dan yola çıkmıştık. Kızıldeniz üzerinden Akdeniz’e geçerek
Türkiye’ye, Bodrum’a tatile gidiyorduk. Karayolunu tercih etmedik, çünkü bu zamanda deniz
yolculuğu daha heyecanlı ve daha güzel olurdu. Hem okyanustayken yıldızlar da bize eşlik eder,
yıldızların ışığında yolculuğa paha biçilemezdi. Ayrıca, gemide her gece ayrı bir eğlence
düzenleniyordu. Tüm bunları kara yolculuğunda yapamazdınız. Görmediğimiz balina, kılıç balığı,
gemiyle yarışan yunus kalmamıştı. Televizyonda belgesellerde gördüğüm albatros kuşları da sanki bizi
takip ediyormuşçasına, Japonya’dan beri etrafımızdaydılar. Yolculuğumuzun 28. günüydü. Gündüz
hava biraz bozdu, kara bulutlar ufukta toplanmaya başlamıştı. “Kaptan sanırım fırtına çıkacak” dedim.
Kıyıya çok uzak değiliz, ama havanın çok bozmayacağını, korkulacak bir şeyin olmadığını, kahvesinden
bir yudum aldıktan sonra bize dönerek sakin olmamızı söyledi. Güven verici bir ifadesi vardı kaptanın.
Ak sakallarını sıvazladı ve ufukta toplanan bulutlara bakarak, kahvesinden bir yudum daha aldı. Sanki
bize verdiği telkine kendisi inanmamıştı. Yalnız seyahat etmeyi severim. Yalnızken insan daha bir
özgür hissediyor kendini. Gemide tanıştığım bir çift vardı. Vehbi amca ve karısı Deniz teyze. Deniz
teyze hastaymış, karayolunu yorucu buluyor, uçaktan ise korkuyormuş. O yüzden memleketlerine
dönmek için bu gemiye binmişler. Bodrum’a vardıklarında, oradan İstanbul’a geçeceklerini anlattılar.

Öğleden sonraydı. Bizi gölge gibi takip eden albatroslar kaybolmuştu. Sanki hiç yoktular,
gökyüzü bomboştu. Ufuktaki kara bulutlar bize yetişmişti. Gemide anlam veremediğim bir hareketlilik
vardı. Gemiciler bir o yana bir bu yana koşturuyordu. Kaptana baktığımda eli, ak sakallarının üstünde,
etrafa emirler yağdırıyordu. Sanırım şu an Filipinler açıklarında olmalıydık. Okulda harita dersi
almıştım ve okyanuslar konusunda da biraz bilgim vardı. Japonya’da gemiye binmeden önce rotamız
konusunda az buçuk inceleme yapmıştım. Emin olmamakla birlikte, Filipinler’e yakın olduğumuzu
tahmin ediyordum. Yağmur başlamıştı. Kara bulutların daha çok yağmur getirebileceğini ve yağmurun
şiddetinin artabileceğini tahmin etmek zor değildi. Güneş bulutların arkasında kaybolmuştu. Zaten 1
saate kalmaz akşam olacaktı. Güneş battığı zaman, havanın daha da bozacağı ve şiddetli rüzgârın
fırtınaya dönmesinin an meselesi olacağını anlamamak imkansızdı. Birden kaptanın sesi yükseldi.
“Yolculara can yeleği giydirin, gece uzun olacağa benziyor” dedi. Kaptan tedbirli bir adamdı. Tedbiri
elden bırakmanın, korkakların işi olduğunu söylerdi. Çakan bir şimşek geceyi olabildiğince aydınlattı.
Dalgalar gemiyi dövüyordu. Vehbi amca Deniz teyzeye sarılmış, karısı korkmasın diye şarkı
söylüyordu. Kaptan bir denizciyi çağırarak, botları(filika) kontrol etmesini, işler sarpa sararsa yolcuları
botlara bindirip gemiyi terk edebileceklerini, bu yüzden hazır olmaları gerektiğini söyledi. Büyük bir
çatırtı duyuldu. Gemi fırtınanın etkisiyle rotasından şaşmış, bir resifin üstüne doğru giderek,
mercanlara çarpmıştı. Çarpmanın etkisiyle, gemi alttan büyük bir yara almıştı. Fırtına gemiyi
sürüklemeye başlamıştı. Gemici kaptana, çarpışmadan dolayı geminin su almaya başladığını rapor
etti. Kaptan, bu fırtınada, yara almış geminin kurtulamayacağını düşünmüş olmalı ki, aniden bütün
yolcuların botlara binip gemiyi terk etmelerini emretti. Denizcilerin gözetimi altında, yolcular botlara
binmeye devam ettiler. Vehbi amcaya ve hasta karısına yardım etmek için, onlarla aynı bota bindim.
Gemi hızla su alıyordu. Kaptanı en son gördüğümde hala kaptan köşkünde, yolcularını güvenli bir şekilde bota bindirmenin gururu ile kahvesini yudumluyordu. Bir daha da kaptandan haber alamadım.
Gemi tamamıyla suya batmıştı. Fırtına şiddetini artırarak devam ediyordu. Botlar bu fırtınaya ne
kadar dayanır bilmem. Kurtarma gemisi zamanında gelmezse, sanırım botların kaderi de gemiyle aynı
olacaktı. Deniz teyze Vehbi amcanın kucağında, Vehbi amcanın dilinde gene aynı şarkı. Fırtına ve
dalgalar botları birbirinde ayırmış, geride sadece bizim botumuz ve hemen yanımızda bir bot daha
kalmıştı. Koca denizde iki bottan başka bir şey gözükmüyordu. Sanki günlerdir botta fırtınayla
mücadele ediyoruz. Zaman kavramı diye bir şey kalmadı. Fırtına dinmiyor aksine gittikçe şiddetini
arttırıyordu. Güneş doğmuşçasına çakan bir şimşek ile, “Kara” diye bağıran diğer bottaki adamın sesi,
şimşekten sonraki gök gürültüsü gibi etrafa yayıldı.

Dalgalar bizi karaya atmıştı. Kurtulmuştuk. Ben, Vehbi amca, karısı Deniz teyze ve diğer
bottaki 3 kişi daha. Gün ağarmaya başlamış fırtına dinmişti. Hepimiz yorgunduk. Uykusuz ve açtık.
Büyük bir ateş yaktık. Önceliğimiz üst başımızı kurutmaktı. Ateş, içimizi ısıtmaya başlamıştı. Kendimize
gelmeye başlamıştık. Nerde olduğumuzu anlamak için keşfe çıktık. Bir saate yakın zaman içerisinde
bir adada olduğumuzu anladık. Fırtına gemimizi, rotamızdan çıkardığı için ve botların denizde
sürüklendiğinden dolayı nerede olduğumuzu kestiremiyorduk. Adada tanıdık tek şey albatroslardı.
Garip bir şekilde sanki onlarda bu adada bizim gibi kısılıp kalmıştı. Ada oldukça küçüktü. Ufak bir
göleti vardı. Bu iyi haberdi. Susuzluktan ölmeyecektik. Ama yiyecek yoktu. Adada hiçbir hayvana rast
gelmemiştik. Deniz teyzenin durumu gün geçtikçe kötüye gidiyordu. Artık böcek de bulamaz olduk.
Tahminen 3 haftadır bu adadaydık. Bir şekilde böcek yiyerek hayatta kalıyorduk ama böceklerinde bir
sonu vardı. Albatroslar adanın en yüksek yerlerine konuyor, onları avlamak için sarfettiğimiz çabalar
hep boşa çıkıyordu. Deniz teyzeyi kaybettik. Vehbi amcayla beraber, onu kamp kurduğumuz yere
yakın bir yere gömdük. Adaya çıktığımız günden beri, ilk defa aramızdan birini kaybediyorduk. Ölüm
bizi bu ıssız adada bulmuştu. Açlık dayanılmaz bir hal almaya başladı. Suyumuz vardı ama yiyecek, en
büyük problemimizdi. Gözümüz devamlı albatroslardaydı ama, onları yakalamak düşünceden öteye
gidemiyordu. Bir seferinde yakalamaya çok yaklaştığımız bir anda, arkadaşımız düşüp ayağını incitti.
Ya ayağı kırılsaydı. Kırık kangrene dönebilirdi ve hayatımızda normal olan, sıradan bir kırık burada bu
adada ölümle sonuçlanabilirdi. Bu düşünce bizi albatros avlamaktan alı koymaya yetmişti.

Bir sabah uyandığımda ayağını incitmiş arkadaş ile diğerleri, bir araya gelmiş bir şeyler
tartışıyordu. Beni görünce yanlarına çağırdılar. Açlık hepimizde saplantı olmuştu neredeyse. Yiyecek
bir şeyler bulamazsak hepimizin öleceğini, bunu engellemek için yiyecek bir şeyler bulmamız
gerektiğini söylediler. Doğru yiyecek bir şeyler bulmalıydık. Ama nasıl? Deniz teyzeyi gömüldüğü
yerden çıkarıp, bir parça koparıp, çorba yapıp yemeyi teklif ettiler. Nutkum tutulmuştu. Nasıl
olabilirdi. Deniz teyzeyi yiyebilir miydik? Ya Vehbi amca; ya O ne derdi. Ben daha cevabımı vermeden
Vehbi amcanın yanına gittik. Başka çaremiz olmadığını, eğer yapmaz isek hepimizin öleceğini
anlattılar. Vehbi amca buna izin vermeyeceğini, asla kabul etmeyeceğini söyledi. Madem bu kadar
açsınız tamam, ben size albatros yakalayıp geleceğim diyerek kamptan ayrıldı. Vehbi amca öğleden
sonra eli boş bir şekilde kampa döndü. Yarın söz size albatros getireceğim diyordu. Arkadaş Vehbi
amcaya dönerek, “gerek kalmadı sen gittikten sonra biz kıyıda yaralı bir albatros bulduk ve ondan
kendimize güzel bir ziyafet çektik. Sana da bir tas ayırdık. Buyur afiyet olsun, ye doyur karnını” dedi.
Vehbi amca elindeki tasa baktı, ne diyeceğini bilemeden çorbayı içmeye başladı. Karnı doymuştu
onun da. Günler sonra ilk defa boğazımızdan bir şey geçmişti. Bu gece rahat bir uyku çekebilecektik.
Sabah hepimiz ilk defa yüzlerimiz gülerek uyandık. Dünden kalma çorbadan birer tas daha içtik.
Kurtulma ümidimiz geri gelmişti. Albatros çorbası olduğu sürece bu ümidimiz de var olacaktı. Ama bir
sorun vardı; Vehbi amca… Gerçeği eninde sonunda anlayacaktı. Bu yüzden ona söylemek zorundaydık
ve Vehbi amcaya iki gündür yediğimiz çorbanın aslında albatros olmadığını, Deniz teyzenin olduğunu
itiraf ettik. Derin bir sessizlik oldu. Vehbi amca konuşmuyor boş boş bakıyordu. Ayağa kalktı ve yalan
söylüyorsunuz diyerek bota doğru koşmaya başladı. Biz ne olduğunu anlamadan bota binerek okyanusa doğru açıldı. Gözden kayboldu. Vehbi amcanın adadan ayrıldığının üçüncü günü, adaya bir
gemi yanaştı. Bizi kurtarmaya gelmişlerdi. Kurtulduğumuz için sevinçliydik. Bize durmadan soru soran
adama adada birinin daha olduğunu ama birkaç gün önce bota binerek okyanusa açıldığını, ondan bir
haber olup olmadığını sordum. Bana, o adam sayesinde bizi bulduklarını ama adamın, karaya
çıktığında lokantaya girdiğini ve albatros çorbası sipariş verdiğini, bir kaşık albatros çorbası içtikten
hemen sonra intihar ettiğini söyledi. Bize inanmayan Vehbi amcanın, içtiği çorbanın gerçekten
albatrostan yapıldığını anlamak için çorba sipariş ettiği ve adada içtiği çorbayla lokantada içtiği
çorbanın aynı olmadığını anlayınca intihar ettiğini anladım.
Vehbi amca sayesinde adadan kurtulmuştuk. Deniz teyzeye olan aşkı, onu bot ile koca
okyanusta, insanların olduğu bir yere çıkarmıştı. Bu da bizim kurtuluşumuz oldu.
Aşkın gücü karşısında okyanus dize gelmişti.


Bu öykü, Uşak Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü üçüncü sınıf Güz dönemi
derslerinden “Yazılı Anlatım”da ele alınan “Albatros Çorbası” bilmecesi neticesinde kaleme alınmıştır;


Diğer Yazılar

denize çıkan merdivenler

Hemen her konu için betimlemesi, imgelemesi ya da metaforize edilmesi mümkün olan merdiven kavramı; mimari bir terim…

yansıma

Arka kapıyı açık tutuyorsun bir rüzgar veya bir ses girsin diye değil zamanı geldiğinde rahatça kaçabilmek için, tan…

sanat olarak sinema veya yükselteç olarak sinema

23 yıldır sinema seyircisiyim. Gördüğüm yüzlerce film sonrasında sanat sineması ile ilgili görüşlerimi 10 maddede şö…



© Tüm hakları saklıdır. Developped by ordek.co .